Hayatımızın düzenli ve sorunsuz bir şekilde devam etmesini istediğimiz için etrafımızdaki her şeyi belirli özellikleriyle tanımlamak isteriz.
Hayatımızın düzenli ve sorunsuz bir şekilde devam etmesini istediğimiz için etrafımızdaki her şeyi belirli özellikleriyle tanımlamak isteriz.
Her tanımladığımızı da bir sınıfın içine dahil etmek isteriz. Bunu yapmamızın en temel sebebi ‘belirsizlikten’ kaçmaktır. Her şey yerli yerinde olsun isteriz. Aradığımızda hemen bulmak isteriz. Bunun için, önce düzene koymak istediğimiz şeyi tanımlarız. Örneğin; kitap, ayakkabı, fırın, bulaşık makinesi, koltuk gibi cansız nesneleri tanımlarız. Bunları tanımlarken belirli “ölçütler“ kullanırız. Örneğin; ayakkabıyı ayakkabı olarak tanımlamamızın sebebi insanların geçmişten günümüze kadar ona bu isimle hitap etmeleridir.
Ayakkabı dendiği zaman herkes ne demek istediğimizi anlar. Yani, isimler konusunda insanlar arasında genelde bir ‘uzlaşma’ vardır. İşlevler konusunda da belli bir uzlaşma vardır. Ayakkabı belirli bir işlevi yerine getirir. Kimse ayakkabıdan başka şeyler yapmasını beklemez. İnsanlar arasında “ayakkabıya neden ayakkabı diyoruz, bulaşık makinesine neden bulaşık makinesi diyoruz“ diye büyük çaplı tartışmalar çıkmaz. Aynı şekilde “neden bulaşık makinesinde çamaşır yıkamıyoruz“ gibi bir söz de duymazsınız. Çünkü makinenin görevi bulaşık yıkamaktır. Bu işi yapsın diye üretilmiştir. Bu cansız nesneleri tanımladıktan sonra onları bir ‘sınıfın’ içine dahil etmek isteriz. Örneğin; eşyaları sınıflandırırken ‘süs eşyası’, ‘giyim eşyası’ gibi sınıflar oluştururuz. Herkes bununla neyi kastettiğimizi anlar. Bu sınıflandırma eylemi sadece teoride gerçekleşmez. Günlük hayatımızda da sınıflandırmalarımıza göre davranırız. Kitapları kitaplık raflarına koyarız, buzdolabına değil. Aradığımızda kitaplıkta bulmak için. Yani nesneler için bir ‘yer’ belirleriz. Bu yerlerin belirlenmesi konusunda zaman zaman sorunlar çıkma ihtimali olsa bile asıl sorun nesnelerin değil “insanların sınıflandırılması“ konusunda çıkmaktadır. İnsanları da sınıflandırmak isteriz. Tutumları, davranışları, giyimleri, yaşları, meslekleri, cinsiyetleri, birbirlerine yakınlık dereceleri, yaşadıkları coğrafi bölge, spor taraftarlığı, eğitim durumu ve aklınıza gelebilecek her konuda insanları sınıflandırmaya çalışırız. Ama önce insanları belirli özellikleriyle tanımlarız.
Peki, her tanımlama bir dışlama mıdır? Yani, bir insanı belirli özellikleriyle tanımladığımız zaman, ona bir “kimlik“ verdiğimiz zaman bir dışlama işlemi mi yapmış oluyoruz? Daha açık olması için örnekler vermem gerekiyor sanırım. Bir insana iyi dediğimiz zaman onu kötü olarak tanımlama istediğimizden vazgeçmiş mi oluyoruz? Bir kadına kadın dediğimiz zaman, onu erkek olarak tanımlama isteğimizden vazgeçmiş mi oluyoruz ? Evet, oluyoruz. Bu her konuda geçerli midir acaba? Bakalım. Yaşlı dediğimiz zaman genç tanımını dışlamış oluyoruz. Batılı dediğimiz zaman Güneyli tanımını dışlamış oluyoruz. Doktor dediğimiz zaman polis tanımını dışlamış oluyoruz. Yani bir insan aynı anda hem kadın hem erkek, hem yaşlı hem genç, hem Batılı hem Güneyli olamaz demek istiyoruz. Yani bu kişi, kadınlar sınıfında yer alamaz, yaşlılar sınıfında yer alamaz demek istiyoruz. Peki, bunu neye güvenerek söylüyoruz? Ölçütlerimize güvenerek söylüyoruz. Örneğin; birisinin üniversite mezunu olmasının ölçütü yani “gerekli ve yeterli koşulu“ kişinin derslerini sorunsuz bir şekilde geçmesidir. Ondan sonra üniversite diplomasına sahip olur ve mezun sayılır. Ancak, tanımlama ve sınıflandırma durumu her zaman bu kadar net olmaz. Çünkü, insanların bir olay, kişi ya da başka bir şey hakkında karar verirken kullandıkları “ölçüt“ her zaman aynı olmaz. Mesela, birisine yaşlı demek söz konusu olduğunda, bazıları saçların beyazlamasını, yüzün kırışmasını yaşlılık ölçütü olarak kabul edebilir.
Bazıları, söz konusu kişinin hayatı yaşama isteği kalmadığını, hayattan beklentisi kalmadığını düşündüğü için “yaşlandığını“ düşünebilir. Ancak, asıl mesele sadece tanımlama da değil. Asıl mesele, insanlara “kimlik“ verme ve bu kimliğe göre hareket etmesini bekleme meselesidir. Kimlik vermek, insanlara, örneğin; kadınlara, doktorlara, öğrencilere belirli özellikler atfetmektir. Bu kimliğe sahip kişiler belirli özelliklere sahip olur demektir kimlik vermek. Buna “toplumsal kimlik“ diyebiliriz. Kimlik verdikten sonra, bu kişilerin sahip oldukları kimliklerine göre davranmaları gerekir deriz. Buna “toplumsal rol“ diyebiliriz. Yani, toplum tarafından, belirli ‘kimliklere’ sahip insanların nasıl davranmaları, düşünmeleri gerektiği belirlenmeye çalışılır. Onlara toplum içinde bir ‘yer’ belirlenir. Örneğin; bir doktordan hastasını muayene etmesini, bir öğretmenden çocukları eğitmesini bekleriz. Ancak bu beklentilerimiz her zaman karşılanmaz. Sizin de bildiğiniz gibi, her doktor ya da öğretmen görevini beklediğimiz şekilde yapmaz. Zaten herkesin beklentisi de her zaman birbiriyle uyuşmaz. Biz, eşyalardan her zaman aynı davranmasını beklediğimiz gibi insanların da her zaman aynı davranmasını bekleme eğiliminde oluruz. Ancak durum bu kadar basit değildir. Örneğin; kadın tanımı. İnsanlara sorduğunuz zaman herkes kadın kavramıyla ne kastedildiğini anlar. Ancak sorun, kadının ‘nasıl davranması gerektiği’ ne karar verme konusunda çıkar. Bu konuda net bir ‘uzlaşma’ söz konusu değildir. Farklı insanlar farklı yorumlar getirirler bu konuda. İnsanlar tıpkı ‘aynı sınıfa ait’ eşyalardan beklediği gibi ‘aynı sınıfa ait’ bütün insanların da aynı davranmasını beklemeye eğilimli olur. “Erkek dediğin böyle yapmaz“, “kadın dediğin böyle yapar“, “sen nasıl müslümansın?“, “sen nasıl bir yaratıcıya inanmazsın?“ gibi cümleleri etrafımızda sürekli duymamızın sebebi budur. Tanımlama ve sınıflandırma. Beklediğimiz role uygun davrandığı zaman karşımızdaki insanın ‘bizim açımızdan’ saygınlığı artar; davranmadığı zaman azalır.
Peki ama, bu düşünme biçimi ne kadar sağlıklı? Bütün erkeklerden, bütün doktorlardan, bütün öğrencilerden, bütün aynı ırka sahip insanlardan, bütün akrabalardan aynı davranmasını nasıl bekleriz? Neye güvenerek insanlara “yaşam biçimi“ dayatıyoruz. Buna hakkımız var mı? Neden böyle davranıyoruz? Sebebi ne olabilir? Düşünme tembelliğimiz mi? İnsanlara üstünlük kurmak, onları istediğimiz gibi yönetmek, sözümüzden çıkmamalarını sağlamak mı? Sadece kendi çıkarlarımızı düşünmemiz mi? Yoksa hepsi mi? Başka sebepler de olabilir mi? Bir insan doğuştan değersiz, iyi, kötü, çıkarcı olabilir mi? Elbette olamaz. İnsanlar olarak biz onlara değer yüklüyoruz. Kimlik yüklüyoruz. Bir insan, belirli bir ırka sahip diye ‘üstün’, belirli bir ırka sahip diye ‘aşağılık’ olmaz. Bu bizim anlamlandırmamız. Bu bizim sınıflandırma merakımız. Peki, insanları sadece ‘insan’ olarak sınıflandırsak daha iyi olmaz mı? İnsanları neden taraftar kimliğiyle, kadın ya da erkek kimliğiyle, ırkıyla tanımlıyoruz ki? Önce tanımlıyoruz, sonra “sen böyle davranmalısın“ diyoruz. Herkesi ‘aynı’ olması gerektiği varsayımıyla değerlendirdiğimiz için ‘farklı’ insanların farklı davranmasına anlam veremiyoruz. Ondan sonra da ayrıştırıyoruz onları. Korkuyoruz farklı olandan. ‘Aynı’ olanlara yanaşıyoruz hemen. ‘Biz’ diyoruz, ‘onlar’ diyoruz.
Peki, kendilerine kimlik verilenler olarak biz ne diyoruz bu işe? Kabulleniyor muyuz bu kimlikleri sorgusuz sualsiz? Size “bu ırktan olduğun için üstünsün“ dendiği zaman kabullendiğinizde bu durumu ve kendinizi sürekli bu şekilde tanımladığınızda neler olur düşündünüz mü? “Sen erkeksin, böyle yapmamalısın“ sözünü duyduğunuzda hemen kabulleniyorsanız peki, o zaman ne olur? Ayrışmaya başlamaz mısınız hemen diğerleriyle? Kendinizi sürekli olarak belirli kimliklerinizi kullanarak “kurarsanız “ başkalarının “anlam hapishanesi“ ne mahkum olmanız muhtemeldir. Nasıl çıkarız bu hapishaneden peki? Bir düşünün bakalım. Geçmişimizden bugünümüze kadar bize verilen kimlikleri kabul ettik mi, etmedik mi? Bundan sonra edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Edersek ne olur, etmezsek ne olur? Bir düşünün bakalım... *Bu yazıyı yazarken H.Andaç Demirtaş Madran’ın “Sosyal Kimlik ve Ayrımcılık“ adlı makalesinden yararlandım.