Biga'da ‘Çakıroğuları’ deyince tanımayan bir nesil yok bence. Ve hemen lastik geliyor aklımıza.
Ben Şenol Çakıroğulları’nı ilk defa torunlarının dedesi olarak tanıdım. Her gün torununu anaokulundan almaya gelen, sonra diğer torunlarını sırasıyla okullarından alıp evine götüren ve almaya geldiğinde de öğretmenlere ve çocuklara müthiş bir saygı ve sevgi gösteren dede olarak...
Çakıroğulları’nı bilirdim tabi ama ismi nam salan insanların önyargılarımız yüzünden bu kadar mütevazı ve sevgi dolu olabileceğini tanımadan anlayamıyorsunuz. Hatta bir gün Şenol beyin torunlarına olan özverili ve sevgi dolu tavrını konuşurken; küçük gelini Serihan Çakırogulları şöyle dedi:
“Annemden ve babamdan Allah razı olsun. Sadece çocuklara değil bizlerin evimizin eksiğine bile koşarlar. ‘Baba şu lazım’ de, hemen onu bulur getirir. Sana Sevildiğini hissettirir.”
Hiç kolay olmamış aile şirketi olan o tabelayı yıllarca orada tutabilmek. Aldıkları ilk makine de hala işyerinin önünde öylece duruyor. Çok güldük, çok güzel şeyler paylaştı benimle.
Ailesine, Biga’ya, zamanında Biga Belediyesi’ne ve Anavatan Partisi’ne büyük katkılar sağlamış. İnmiş, çıkmış ama hiç utanılacak bir şey yapmadığı için bütün yaşadıklarına ve hayatına girenlere teşekkür ediyor. Yaşadığı kötü zamanlara, olaylara şükrediyor.
Bir de ‘Artık emekli oldum’ diyor ama bence lastik konusunda hala duayen. Üretim bölümünü bana gezdirirken tek tek her şeyi anlattı. Bir de; "Lastik aracın dengesini belirleyen en önemli parçadır" dedi. “Gel, bak sana bir defada 24 tane lastik çıkaran soğuk kaplama sistemini göstereyim” derken gözlerindeki ve ses tonundaki haklı gururunun sebeplerini de röportajda okuyunca anlayacaksınız.
Kış lastikleriniz hazırsa röportajı güvenle okuyabilirsiniz…
“BANDIRMA’DAN GELDİK”
Kaç doğumlusunuz?
1942 doğumluyum.
Siz de mesleği ile doğan nesillerden misiniz?
Evet, ortaokul ikinci sınıf terkim. 15 yaşında geldim Biga'ya. Abim Hüseyin Çakırogulları Bandırma'da bir lastik tamircisinde çalışıyordu. İşvereni Biga'ya işyeri açınca abim de onunla geldi. İşvereni dükkanını başkasına satmaya kalkınca, abim de Bandırma'dan dönmek istemedi. Askerliğini bitirmiş bir abim daha vardı; Hasan Çakıroğulları. Babam dükkanın satışını duyunca satan kişiyle anlaşıp dükkanı almaya niyet ediyor. Parayı abim ödüyor ama alışverişi babam yapıyor. Büyük abim de buraya geldi. Babam yaşlıydı, çok çalışamıyordu. Abimler de burada olduğu için biz de geldik, olduk Bigalı.
O zaman siz de kendi işyerinizde başladınız ilk?
Hasan ve Hüseyin abim, onlar 2 ortak oldu. Ben ve Şener'e de (kardeşim) sembolik bir hisse verdiler. Sonradan kolllektif şirkete döndürdük. Şener ve bana lastik yaparken yaptığımız lastik sayısına göre maaşın dışında prim yazıyorlardı. O primler de içeride birikiyordu. Biriken primleri peşinat olarak yazdılar bize, hisse payımıza yani. Bu şekilde birleşik bir aile işyeri oldu burası.
Hep böyle dört kardeş mi çalıştınız?
Hayır, sonra iki abim ayrıldı. Büyük abim çocuklarını bu işe sokmak istemedi. Zaten asıl lastikçi küçük abimdi. Ama o da bir süre sonra yaşlandı, işi bize devretti.
“BU İŞ BİZİM MAYAMIZ”
Şimdi işin başında sizin çocuklarınız var değil mi?
Evet, iki oğlum var. İkisi işi yürütüyor ama bir de torunum var. Birol’un oğlu Ömer. O da bu işi yapıyor.
Benim hayalim buydu. Ben çocuklarımı lastikçi yapacağım, demiştim. Ben 60 yıl bu işi yaptım. Bu işten ekmek yedim. Sıfırdan buralara geldik. Sermaye yoktu. Çalıştık, iş kendi kendini yoğurdu. Ben torunlarım da bu işi yapsın istiyorum. Murat'ın büyük oğlan Akın'ı da buraya sokmaya çalışıyorum. Ama o henüz istemiyor. Bir de elleri lastiğe dokununca kaşınıyor (gülüyor). Akın 'Bu iş bizim mayamız. Bu işi yapmasan da öğreneceksin’ diyorum. Onun da burada hakkı var çünkü. Öğrensin, yapmasa da olur.
Ama sandalye üretimi, nakliye vs. Bu işler de var ailede, onları da yapabilirler?
Ben yıllarca nakliyecilerden ekmek yedim zaten. Gelsin o da nakliyeciye çalışsın. Burada nakliyecilik yapmak yerine.
“ÜZERİNİZE TAPULU BİR TEK AİLENİZ VAR”
Aile anayasanız var mı?
Ben çocuklara hep şunu dedim. Yani sözlü anlaşmamız bu. Üzerinize tapulu olan bir tek aileniz var. Kalan ayağınızdaki pantolona kadar ortaksınız. ‘Ben kazandım’ değil, ‘biz kazandık’ diyeceksiniz. Yalnız olsanız buraya gelemezdiniz. Bu benim kuralım. Onlar da buna hep sadık kaldı. ‘Gel, imza at’ dediler, hiç sorgulamadım, okumadım. Güvenim sonsuz, attım imzamı. Artık imza atmaktan sıkıldım. Torunum Ömer büyüdü ve işi de yapıyor. Benim imza yetkim onda mesela. Resmen tabiki hisseler, paylar var, ama aile anayasası bugüne tıkır tıkır işledi. Gelinlerim de anlaşıyor. O da çok önemli. Akşam herkes evine gidiyor. ‘Sen öyle, ben böyle’ olsa böyle olamaz. İkisinden de Allah razı olsun, pırlanta gibi gelinlerim var.
“VERESİYELERLE BATIP YİNE VERDİĞİM VERESİYELERLE ÇIKTIM”
Hep iyi mi gitti yani her şey?
Yoook, ne iyisi. Veresiye çalışmanın iyi ve kötü tarafları var. Sadece müşteriye değil, arkadaşa da verilen veresiye, borç vb. Verdiğim veresiyelerle batıp, yine verdiğim veresiyelerle çıktım.
Nasıl yani?
Mahallede birkaç yakın arkadaş birbirimize evrak, ihtiyacımız olan parayı falan tamamlardık.
Birine hatır çeki verdim. Çeki ödememiş. Ben ‘öde’ diye söylenirken, beni yakaladılar. Ben çekten bir gün hapis yattım. Güzel bir hikaye oldu. Orayı da gördüm. ‘Tecrübe tecrübedir’ dedim. Başıma getirene de ‘Allah razı olsun’ dedim. Yine işler bir ara çok bozuldu. Ödemem olan herkese mektup yazdım. “Ekonomik durumumdan dolayı sıkıntıdayım. Borçlarımın bir kısmını şimdilik ödeyemiyorum. Bütün borçlarımın tamamını ödeyeceğimi şimdiden taahhüt ederim. Beni destekleyenlerden Allah razı olsun" yazdım. Hepsine yolladım. 15 kişiden 1'i avukatını yolladı. Ne dediyse imza attım. Diğerlerinin hepsinden destek geldi. Ve hatta bana yeni defterler açtılar. Yine mal aldım, sattım, o şekilde kurtardık. Bir de bunu mutlaka söylemem lazım. Mutlu Korkmaz çok gençti. Bir seramik firmasının tüm satışını almıştı. Komşumuzdu da kendisi o zamanlar. Bana her sıkıştığımda destek oldu. Hatta bana muhasebe konusunda akıl da vermiştir. Ben de Mutlu’ya ödedim tabi, ama onun o desteklerini asla unutamam. Hala sabahları yürüyüşe çıkarım, dönerken, mutlaka ona uğrar, çayını içerim.
“ARABASI OLMAYANA LASTİK SATTIM”
Ya ben arabası olmayan insana lastik sattım. Öyle iyi dostlarım vardı, yani destek olan. Ama işimin hep arkasında durdum. Lastik deyip geçemezsin. Kaliteli malzemeye, kaliteli işçilik yaptık ve hala yapıyoruz. Garantisini kendim verdim. Lastik için verdiğimiz kilometreleri tutturduk. Aşınma kabiliyetini lastiğe uyguladık. O yüzden iyi gün de oldu ama kötü günler de oldu. Ticarette her şey olur ama işimi hep en iyi şekilde yaptım. Müşterim de hep beni tercih etti.
Zamanla lastik sanayiinde değişiklikler oldu mu? Güncelledi mi Çakirogulları, sistemleri?
Tabi ama çocuklardan öğreniyorum artık yeni teknolojiyi. Sana da anlatayım. Malzemeyi aldığımız yerler yurtdışı artık. Genellikle oralara gidiyorlar, araştırıyorlar. Geçende gittiler mesela, bana dedikleri ‘Baba biz burada çamurla uğraşıyoruz’ dediler. Lastiğin belli bir aşınma derecesi var ve oraya geldiğinde artık o lastiğin yenilenmesi lazım. Avrupa'da bu duruma gelen lastikleri geri dönüşüme para alarak değil, para ödeyerek veriyorlar. Alan müessese kaplamacılara aktarıyor. Kaplamacı da yeni ürünü satışa sunuyor, yani kendi lastiğine kaplama yaptıramıyor.
Lastikçilikte istikbal hala var yani?
Araba yürüyecek, mal taşınacak. Tabiki var, bitecek bir iş değil. Şartlar ne olursa olsun, bazen iyi olur, bazen kötü ama olur sonuçta.
“EĞİTİM ÖNEMLİ”
Peki lastikçilikte eğitimli yani okullu olmak önemli mi?
Ben kendi kardeşlerim arasında en tahsillisiydim. Ben de ortaokul terkim. Bir lise mezunu olsaydım bak ne olurdum. Bir yabancı dil bilseydim... Mesela Sıcak kaplama ve soğuk kaplama yapıyoruz. Görevleri aynı ama malzemeleri ve sistemleri farklı. Soğuk kaplama 24 lastik yapıyor, diğeri aynı zamanda 1 lastik. İşte cahilliğin verdiği o şey var ya… Bizim bunlara geç girmemizi sağladı. Tabi makineler de pahalı ama yine de ileri görüş daha çok eğitimle sağlanıyor. Şimdi çocuklar öyle değil. Hem daha cesur hem de daha eğitimli. Biz müşterilerle ahbap olalım dedik. Ama adam senden memnun olursa gitmiyor. Ahbap olursa gidiyor. Ahbaptan değil müşteriden para kazanılıyor.
En önemli malzeme nedir lastikte?
Karkas deriz biz, gövdeyi tutan mekanizma yani. Eskiden bezdi mesela, artık çelikten yapılıyor. Sıcak kaplama, soğuk kaplama hepsi bir bütün. Ayrıntı önemli bu işte. Seni o diğerlerinden ayırıyor. Tabi artık teknoloji daha önde.
“PARAMIZIN DEĞERİ YOK”
Lastik fiyatlarının da çok pahalı olduğundan bahsediyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Hepsi bir zincir. ‘Domates pahalı’ diyorlar, pahalı, ama onu taşıyan kamyonun benzini pahalı, lastiği pahalı. Domates bu şartlarda hesap yapınca pahalı gelmiyor o zaman. Domatesi buradan, tarladan bedavaya alsan, İstanbul'a hale götür, 5 liradan aşağıya halden satamazsın. O da kazandırmaz yani.
Yol para, köprü para, benzin para, lastik para... Bizde en kötü durum, paramızın kıymeti yok. Her şey ederinde. Domates de, lastik de ederinde ama başka ülkenin parasıyla alıp kendi paramızla satmaya çalışınca işler karışıyor.
AYÇA OTELİ İŞLETMESİ
Sizinle ilgili araştırma yaparken zamanında aktif olarak siyaset ile ilgilendiğinizi duydum. Nerede kimlerle siyaset yaptınız?
Rahmetli Hacı İbrahim Aydın, Selami Koyuncuoğlu, Mehmet Yaşar Mutlu. Hatırladıklarım bunlar. 7 kişi Anavatan Partisi’ni Biga'da kurduk. Kurduk ama siyasete girince birçoğumuzun işleri bozuldu. Siyasetin parasını yemeyi bilmeyenlerdik o zaman. O zamanlar belediye de bizde. Başkan Osman Babiydi. Ayça Oteli belediyede, kiraya verilecek, görüşmeler yaptık falan. Belediye para kazansın istiyoruz. İbrahim Aydın’la ihaleye girmeye karar verdik. ‘Fiyatı 500 liraya çıkaralım, üstünü versinler’ dedik. Biz de para kazandıracağız belediyeye güya. Hesaplara göre kiranın 500'ün üstünde olması lazım. Yani biz istemiyoruz ama sadece kirayı yükseltmek için girdik ihaleye. 375 liraya bizde kaldı. İbrahim Aydın bana bakıyor, ben ona. Neyse aldık ama dedikodudan korkuyoruz. Demezler ‘kira ödüyorlar’ diye. ‘Bedava’ derler. Biz ne için girdik, otel elimizde kaldı, bize patladı. İyi bir sektör ama biz bilmiyoruz ki sistemini. O kadar bilmiyoruz ki kahvaltı falan isteyen olursa kendisi hazırlıyordu. 10 yıl çalıştırdık oteli. Kiracılık süremiz bitti, devrettik. Siyaseti hiç adımımın yanına, önüne koymadım. Hep önce Şenol diyerek tanıttım kendimi.
“ARTIK ESKİSİ GİBİ DEĞİL SİYASET”
Bugünkü siyaset ile ilgili neler söylersiniz?
Çok içinde değilim ama her yıl Cumhur Ersümer öncülüğünde bir grubumuz var, geleneksel hale gelen iftar yemeği yiyoruz. Orada konuşuruz siyaseti, dinleriz. Onun dışında çok sevdiğim bir siyasi ortam ya da konuşulabilecek samimi bir konu yok. Artık eskisi gibi değil siyaset.
Nasıl yani?
Mesela beraber konuştuğumuzda, ‘Sen de partiden zengin oldun’ diyebileceğimiz birisi yoktu bizim siyaset grubumuzda. Çanakkale'de de böyleydi, Biga'da da. Göz göre göre menfaate çalışan yoktu. Özal bize zamanında ‘Süt sanayine ağırlık verin, süte ihtiyacımız olacak. Un sanayiine ağırlık verin, bu una ihtiyacımız olacak. Çiftçiyi kalkındırmamız lazım’ derdi ve Özal zamanında Tahirova tarafında bir ziraat okulu yapılmıştı. ‘Okula sınavsız gireceklerde şart çiftçi ailenin çocukları olacak’ dendi. Bilinçli çiftçi yetişsin diye. O okul toprak analizi falan yapardı. Hala devam ediyor mu bilmiyorum. Biz de istedik o zaman, buraya bir sürü böyle şeyler ama yerelde sözü geçen, parası olan kimin kapısını çalsak ‘Tamam yapalım, yüzde 51'i benim olur ama’ dedi ve çıkar sağlamak istedi... Bugün Özal'ın tam da dediği yerdeyiz galiba? Biz orayı çok oldu geçtik bile...
(Röportaj: Çiğdem Özden Demiray)