Bir zamanlar Biga
1960’ların sonlarından itibaren hatırladığım deniz sefaları bende derin izler bırakmıştır. Muhtemelen bunun nedeni, günü birlik gittiğimiz için hiçbir zaman denize doyamamış olmamdır. En çok Gürecealtı’nda, annemin amcasının kızı Emine Koç ve eşi Ali Koç’un evine gittiğimizi hatırlıyorum. Her yaz birkaç kez giderdik. Emine Hanım’ın eşi Ali, kızı Menşure, damadı Mümin ve torunlarıyla birlikte yaz boyunca kaldığı ve zaman zaman da misafirlerin ağırlandığı o güzel evin, birkaç yıl önce metruk halini görüp, küçüklüğü karşısında hayret etmiştim. Zaman zaman bizimle gelen babam, adaşı Mümin ve Ali Bey’le sohbet eder, annem Menşure Hanım’a mutfakta yardım ederken, kardeşim Gönül annemin yanından pek uzaklaşamaz, bense ipini koparmış gibi denize gider ve sadece annemin ısrarlı çağrılarıyla eve dönerdim.
Bu arada “ipini koparmış” deyimini sadece benzetme olsun diye kullanmadığımı vurgulamalıyım. Üç dört yaşlarındayken, annemin evi altüst etmemi engellemek için bendenizi somyaya çamaşır ipiyle bağladığını net olarak hatırlıyorum. Koltuk altlarımdan geçirdiği ipi sırtımdan bağlar, birkaç metrelik bir pay bırakıp, ipin diğer ucunu somyaya sabitlerdi. Böylece etki alanım sınırlanırdı. Somyayı hareket ettirmeye başlayacak kadar büyüyünce bu uygulama sona erdi…
Neyse, dönelim Gürecealtı günlerine… Gürecealtı’na gittiğimiz gibi denize koştuğumu ve denizden çıkmadığımı söyledim ya, bunda hiç mübalağa yok. Denize girer, güneş batarken de çıkardım. Güneş kremi kullanmadığımız için de Biga’ya döndüğümüzde, kırmızıya dönmüş derime Bakkal Halit Şahin’in büyük oğlu Arif Ağabey’in yoğurtları sürülürdü. Televizyonda Kaptan Kusto’nun denizaltı belgeselleri yayınlanmaya başladıktan sonra işin rengi değişti. O zamanlar sadece eczanelerde satılan bir dalış gözlüğü ve şnorkel edinip, sudan kafamı çıkarmayı da bırakmıştım.
Bazen de dayım Nuri Çakar’ın kamyonunun arkasına bütün mahalleliyle beraber doluşarak Şahmelek, Kemer ya da Aksaz’a giderdik. Kamyonla yapılan yolculuklar, tabii ki minibüs ya da otomobil yolculuğundan çok daha eğlenceliydi. Yola çıkmadan kasanın içine kilimler yayılır, şilteler ve hatta postlar serilir, kadınlar ve bilhassa yaşlılar için kasanın yanına yerleştirilen bir iskemle yardımıyla kamyona doluşulur ve büyük bir gürültüyle yola çıkılırdı. Tam yerleşememiş olanlar “Ay, ay!” sesleriyle yumuşak şiltelerin üstüne düşer, bellerini yerleştirememiş ihtiyarlar her kasiste çığlığı basar, zaman zaman devrilip dökülen yemekler için bitmeyen ağıtlar yakılır, araba tutanlar ellerinde istifra kâsesi, kaymış gözleriyle ruhlarını teslim edecekmiş gibi sallanır, şoföre yavaş gitmesi için bağırılır, şoför tüm bu curcunayı duymazdan gelir ve bu arada en çok çocuklar eğlenirdi.
Nihayet deniz kenarına ulaşıldığında şoför kamyonu uygun bir yere “çeker”, yeri beğenmeyenlerin fikirlerini duymazdan gelir ve bir günlük saltanatın hazırlıkları başlardı. Kamyonun kasasının kapakları gölgelik yapılır, altına serilen kilimlere yayılan mahalleli yaş ve cinsiyetine uygun bir gün geçirirdi. Romatizmadan mustarip hanımlar sıcak kumlara ayaklarını gömer, genç hanımlar elbiseleriyle, şöyle bir ayaklarını sokmak için denize gidip, yavaş yavaş tamamen girer ve kızlıklarını hatırladıklarından mıdır nedir en çok onlar eğlenir, gençler ve çocuklar hemen hiç denizden çıkmazdı. Erkekler ise kadınların hazırladığı yiyecekleri önce çayla, özlemle beklenen kerahat vakti gelince de rakıya meze ederek durmadan yerlerdi…
Siyaset, arabalar, futbol, tığ işi, yemek tarifleri, çeyiz, çocukların okulları, hastalıklar ve doktorlar bol dedikodu sosuyla konuşulur, konuşulur ve konuşulurdu. Birinin getirdiği radyo fonda “tıngırdardı”, ta ki ajans saatine kadar. Her saat başı ve özellikle de “Öğle Ajansı” başlarken özellikle erkekler kulak kesilir, varsa gürültü edenler uyarılır ve dikkatle haberler dinlenirdi. Bu esnada TRT spikerinin metalik sesini rüzgâr ve dalga hışırtıları yumuşatırdı. Zaman zaman yorulan çocuklar, anne veya ninelerinin dizlerinde, ömürleri boyunca yaşayamayacakları güzellikte huzurlu uykulara dalarlardı.
O kısacık gün bitip eve dönülürken bir sonraki deniz pikniğinin özlemiyle yanar, o kadar imkânsız gelirdi ki, bir deniz evi için dua bile etmezdim…
Fotoğraf yazısı: 1960’ların sonu Biga’da günü birlik bir deniz sefasında… Soldan; Oya Mavi (Zorba), İbrahim Köpük, Yücel Zorba, Zeki Özdemir, İsmail Şen, Mümin Şen, Engin Şen ve tabii pikniklerin vazgeçilmezi pilli radyo…