Bir zamanlar Biga

Biga, İstanbul’un dışındaki her yer gibi taşradaydı… Bursa da, İzmir de, hatta Ankara da taşraydı ama ben o yıllarda taşranın anlamını tam olarak bilmediğimden büyük şehirler dışındaki yerlerin taşra olduğunu sanırdım. Ve taşrada olmaktan, taşrada yaşamaktan fevkalade rahatsızdım. Bu rahatsızlığım çok erken başlamıştı. İstanbul’a, İzmir’e, Bursa’ya hatta Çanakkale’ye gitmek bile çok değerliydi benim için… Ama İstanbul başkaydı… İkizler Sinemasında seyrettiğimiz filmlerin çekildiği, bu filmlerde oynayan artistlerin yaşadığı, gazetelerin basıldığı, kazanabilirsek okuyacağımız en iyi üniversitelerin bulunduğu, her akşam saat 9’da dinlediğimiz radyo tiyatrosunun yayınlandığı, sonraları televizyon yayınlarını yapan rüyalarımın başkentiydi İstanbul…

Bu nedenle şimdi yerinde Belediye binası bulunan Yeni Garaj, Biga’dan çıkılan en güzel kapıydı. Bilinçsizce çıkmak kelimesini kullanırdık. Biga’dan gitmek bir üst lige çıkmak olduğundan aslında doğru bir terimdi bu… Üniversite sınavına girmeye başladığım 1982 yılından sonra sık sık 302 Mercedes otobüslere bindim bu garajdan… Genellikle gece yolculuğu yapar, her seferinde sohbet edecek birilerini bulur, sabaha kadar, sigara eşliğinde konuşurduk. Lapseki’den Gelibolu’ya geçmek eğlenceli yolculuğumuzun ilk safhasının bitişini ilan ederdi. Kiminin bedava, kiminin de alternatifsiz olduğu için içmek zorunda kaldığı şirketten çayların ikram edildiği Tekirdağ girişindeki moladan sonra deniz tarafındaki yolcuların gözlemleyebildiği, herhalde Silivri civarındaki radyo kulesinin ışığı da ikinci kısmın sonlarını… Sabah 5 sularında Avcılar’a ulaşılırdı. O saatte bile trafikteki araçların çokluğuna her seferinde şaşırır, sohbet arkadaşı varsa hep aynı yorumu yapardık. “Olum, bu alemden dönen tuzu kurularla, erken vardiyaya giden garibanların trafiği…”

İstanbul’un yoğun trafiği, Eminönü gibi ticaret merkezlerinin canlılığı ve arı kovanına benzettiğim fabrikaları kafamı karıştırırdı. Her taşralıda olduğu gibi bende de şehirlilerin tembel olduğu, köylülerin sırtından geçindikleri algısı nasılsa yerleşmişti… Bizden erken işe gidiyor, bizden geç eve dönüyorlar ve buna rağmen biz onları besliyorduk. Muhtemelen tarımsal üretime katılmamaları dolayısıyla böyle bir ön kabul yerleşmişti zihnime…

***

İstanbul’a ilk kez 1969 sonu ya da 1970 başlarında gitmiştik. Annem kardeşim Gönül’e hamileydi ve bir doktora görünmüştü. Annemin Bakırköy’deki akrabalarının yanında kalmıştık. Belki erken rahmete kavuşmuş büyük dayım Bilal Çakan’ın dul eşi Türkan yengemizin Beşiktaş’taki evine de gitmiş olabiliriz.

Ancak kesin olarak hatırladığım, İlyas Bayram’ın büyük kızı Meserret Hanım’ın eşi Hüseyin amcanın kuyruklu, muhtemelen Chevrolet marka, hayretle incelediğim çamurluğunun üstündeki taksimetresi ve mükemmel süspansiyonuyla hayran olduğum taksisiyle yaptığımız bir gezidir. Sanırım Hüseyin amca bize İstanbul’u gezdiriyordu. Aksaray’dan Unkapanı’na giderken, belediye binasının yanına inşa edilen Haşim İşcan geçidine girdiğimiz anda etraf birden kararmıştı. Bugün olduğu gibi o gün de tüm alt geçit bisiklet mağazalarıyla doluydu. Birkaç saniyede gözlerim loş ortama alışmış ve bisikletleri görmüştüm; renk renk, model model, yüzlerce bisiklet… 10 saniye olmadan dışarı çıkmış Bozdoğan Kemeri’ne ulaşmıştık bile… Büyük bir heyecanla bisikletleri anne ve babama söyledim, hiç tereddütsüz ve gönül rahatlığıyla yanlış gördüğümü, orada bisiklet mağazaları bulunmadığını söylediler. Hüseyin amca da İstanbul’u bilen ve araçta bu konudaki kesin otorite sahibi tek kişi olarak anne babamı destekledi ki fazla uzatmayayım… Uzatmadım, gördüğümden o kadar emindim ki acı bir hayal kırıklığı ve büyüklerin bu kadar kolay yalan söyleyebilmelerinin verdiği şaşkınlıkla sustum. Yıllar sonra aynı yerden her geçişimde bu hatıra aklıma gelir. Özellikle çocuklara karşı gereksiz yalanlardan itinayla kaçınmamın en önemli nedeni belki de o gün yaşadıklarımdır.

O geziden hatırladığım bir başka hatıra da Veliefendi Hipodromu’ndaki yarışlardır. Atlar sokaklarda renk renk örtüleri, asil yürüyüşleri ve sidik kokularıyla hipodroma giderken bize eşlik ediyorlardı. Veliefendi’ye ikinci kez 11 yaşımda, son olarak da bu yılki Gazi Koşusu’nda eşimle gittim. Kalabalığı, karmaşası, gürültüsü ve gerçeküstü ortamı değişmemiş ama 1970’lerdeki piknik alanları, çimlerde ve ağaç altlarındaki mangallı çilingir sofraları, çay demleyen, örgü ören hanımlar artık yok… Bahis gişeleri önündeki kuyruklar nispeten az, çünkü birçok kişi bahisleri akıllı telefonlarından yatırıyor. Velhasıl Veliefendi’de eski İstanbul’dan pek bir şey kalmamış…

***

Biga’ya dönüşte erken yaşta İstanbul görmüş biri olmanın verdiği mutlulukla Bayram Yeri’ndeki arkadaşlarıma ballandıra ballandıra ve mübalağayla anlatmıştım yaşadıklarımı. Yapılabilecek en iyi işler listesine büyük şehirlere giden otobüslere önce muavin, sonra da şoför olmayı hepimiz itinayla yerleştirmiştik. Aramızdan sadece Berk Akay muavin olabilmişti.

Yıllar sonra Bayram Yeri çocuklarının bir kısmı Biga’da kalmış, bazıları da büyük umutlarla gurbete gitmişti. Bazılarımız astsubay okulunu kazanıp erkenden ayrıldı Biga’dan, bazımız da üniversiteyi kazanıp… Sonra da kimimiz memur, kimimiz de işçi olarak Biga dışında yaşadık.

Ben hala Biga dışında yaşıyorum. Ama o zamanlar farkına varamamış olsam da hayatımın en önemli yıllarını Biga’da yaşadığımı artık anladım. Daha önce de yazdığım gibi beni ben yapan yer Biga’dır… Herhalde kendimi daha iyi tanımak için, Biga hakkında çalışıyor ve yazıyorum, büyük bir zevkle…

İsmail Şen köşe yazısı-1

Bir mimari özelliği olan Biga’daki nadir yapılardan Yeni Garaj’da İdris Bayram’ın (Mandacı) Mehmet ile ortak aldığı Mercedes 302 S için kurban kesiliyor. Soldan oturanlar; (Yavru) İsmail Bucak, Bahattin Yalçın, Murat Bayram, (Marlboro) Osman, Sinan Boz, Akyapraklı Hüseyin; ayaktakiler, otobüse dayanan şoför Sami Gölcü, (Muta) Mustafa Akarcalı ve herhangi bir garajda bulunması pek mümkün olmayan bir beyefendi Hasan Mungan…

Fotoğraftakileri tespit için yardımlarını esirgemeyen, Kahraman Bayram, Ali Kömürcüoğlu, Aydoğan Ünver ve Dilek Köseoğlu’na teşekkür ederim.