Bütün tek tipleştirme girişimlerine rağmen “kendisi olmayı seçen insanlar” var olduğu gibi  “kendisi olmanın ne demek olduğunu anlayamadığı için” diğerlerinin kendisiyle ilgili söylediği sözlere bağımlı olan ve belki de hiçbir zaman bu bağımlılıktan kurtulamayacak insanlar da vardır. Bu insanları tek bir kalıba sokmak ve bu kalıba göre incelemek çok zor bence. Bu yüzden ben bu insanları üç gruba ayırdım: “Düzene maruz kalanlar”, “düzene uymaya çalışanlar” ve “bizzat düzenin kendisi olanlar”.

İçlerinde belki de en zor durumda olan, en çaresiz olan ve en çok yardıma ihtiyacı olanlar “düzene maruz kalanlar” olduğu için ilk önce bu insanlardan başlamak istiyorum. Bu insanlar da diğerleri gibi çocukluklarında ve yetişkinliklerinde diğer insanlarla “karşılaştırılarak ve benlikleri yok sayılarak” büyümüşlerdir. “Kendileri gibi oldukları için”, diğer insanlara benzemedikleri için “çok büyük bir suç işlemişler gibi muamele görerek” büyümüşlerdir. Öyle ezilmişler ve bu ezilmenin sonucunda öyle köşelerine sinmişlerdir ki yüzlerine baktığınız zaman sanki “herkesten sonra dünyaya bir yetişkin olarak gelmişler ama nereye ve kimlerin arasına geldiklerinin farkına varmaya çalışıyorlarmış gibi” bir ifadenin suratlarına yerleştiğini görürsünüz!

Hep bir arayış içindedirler. Kendileri olmaktan çoktan vazgeçmişler, bunun yerine sürekli olarak diğer insanlar tarafından “görülme ihtiyacı” içerisine girmişlerdir. Bütün istekleri, diğer insanlar tarafından sevilmektir ve onlar tarafından kendilerine saygı gösterilmesidir. Sürekli bu anın hayalini kurarak yaşarlar ama çocukluklarında ve sonrasında yaşadıkları travmalar onları içine kapanık ve diğer insanlarla bir araya gelmeye cesaret edemeyecek hale getirdiği için insanların yanına yaklaşamazlar pek.

Sevilen ve sayılan insanları gördükleri zaman onları izlerler gizlice ve imrenerek. Ama benlikleri öyle zedelenmiştir, öyle çok yok sayılmıştır ki kendilerini sevilen ve sayılan bir insan olarak hayal etmeyi bile beceremezler. Zihinlerini zorlarlar, hayal etmeye çalışırlar ama zihinlerinin bir köşesindeki bir ses onları bu hayali kurmaktan sürekli uzaklaştırır. “Sen kimsin ki sevilen ve saygı duyulan birisi olmayı hayal edersin!” der sürekli bu ses. “Hayal etmeyi bile hayal edemezler.” Bilirler ki o ses tekrar gelecek ve kendilerine bu gerçeği hatırlatacak. “Hayal etmeyi hayal etmek” bile onlara gerçeği hatırlatacağı için ondan da vazgeçerler bir süre sonra. Kendilerine sevgi dolu yaklaşma ihtimali olan insanları bile “bazen bilerek bazen de bilmeyerek” kendilerinden uzaklaştırırlar. Kendileriyle dalga geçeceklerini, belki de onlara zarar vermek için yaklaştıklarını veya bu sevgi ve saygıya layık olmadıklarını düşünürler. Sevilip sayılmak için gerekli olan motivasyon” yoktur onlarda. Birazcık olsa içlerinde böyle bir cevher, belki de yaklaşırlardı insanların yanına. Sürekli sevilen ve saygı duyulan insanları izlerler ve “sevilip sayıldıkları için” bu insanların yerine mutlu olurlar, bir gün kendileri de sevilip sayılacağı için değil!

İsteklerinden biri de ne pahasına olursa olsun “onaylanmak”tır. “Kendileri gibi davrandıkları için onaylanmak”tan çoktan vazgeçtikleri için düzene ayak uydurarak onaylanmaya razı olmuşlardır. Kendilerine verilen her görevi sorgulamadan yapmaya çalışırlar. En azından “var oldukları şimdiki konumu kaybetmemek için” hiçbir sorun çıkarmayacak şekilde davranmaya çalışırlar. Çünkü onlar için daha da dip nokta yoktur, bulundukları nokta son noktadır.  “Varlıkları diğer insanlar için büyük bir azapmış ve insanlar bu azaba katlanıyormuş gibi” hissettikleri için içten içe onlara karşı minnet duygusu da beslerler! Bu azabı çektikleri için diğer insanlara teşekkür eder gözlerle bakarlar. Gözlerinde sürekli “Azabınızı daha da büyütmüyorum değil mi?” bakışı vardır. Hep bir fazlalıkmış, bütün sorunları çıkaranmış, bir sorun olduğunda ilk gözden çıkarılacakmış ve bu gözden çıkarılışta da tek sorumlu kendisiymiş gibi bir ruh halinde olurlar! Sürekli olarak kendi içlerinde “kendilerini azarlar”lar! Aslında onların asıl amacı ne “düzeni sorgulamak” ne düzene uyarak “diğer insanlar tarafından onaylanmak” ne de “düzeni değiştirmek”tir! Onların tek amacı, “düzenin dışında kalmamak”tır! Kapının önüne konulmamaktır! Kapının kendilerine açılmasına ama içeri alınmadan kapıda bekletilmeye bile razıdırlar. Hayatları kapının önünden kovulmamayı, açık bir kapı görürlerse de içeri giren birilerinin yanında “boşluktan yararlanarak” içeri girmeyi umut etmekle geçer.

Kendileri sürekli olarak diğer insanlardan korkarak yaşadıkları için aslında içten içe diğer insanlar tarafından “korkulan bir insan”, “potansiyel bir tehdit” olarak algılanmak isterler. “Hayal etmeyi bile hayal etmeyi” göze almak isterler bazen. Çünkü “en azından korkulan bir insan olmak” onların varlıklarının kabul edildiği anlamına gelecektir. Onlar da sınırlarını aşmak isterler bu yüzden. Belki herkesi korkutan bir dizi kahramanını izlemişler belki de bir bilgisayar oyunu oynarken böyle bir düşünceye kapılmışlardır. Doğru düzgün sevilmedikleri ve sayılmadıkları için sevilen ve sayılan bir insan olarak kendilerini hayal etmekte zorlanmalarına rağmen, sürekli olarak korku içinde yaşadıkları için “korkulan birisi olarak kendilerini hayal etmekte” daha başarılıdırlar! Ama bu, sadece hayallerinde mümkün olur! Bir gün hayalinde “herkesi yere serip rahatlarken”, ertesi gün kendisini “varlığını takdir etmeyen diğer insanlara zarar verirken” hayal ederek rahatlamaya çalışırlar. Sonraki gün de gerçek dünyada yaşamaya devam ederler. Korku, tehdit ve zorbalık kendilerini korkuttuğu ve bunu yapan insanlara “içten içe hastalıklı bir saygı duydukları için” kendileri de en azından korkulan bir insan olmak için can atarlar ama bunu da yapamazlar. Çünkü kendilerinde ne bu cesaret vardır ne de böyle bir potansiyel. Kurdukları bu hayaller, onları “hayatta tutmaya yarayan hayaletler”dir! Bir gün böyle bir insan olamayacaklarını bilmelerine rağmen, hayallerinde “herkesi dize getiren biri gibi” hayal etmeye zorlarlar zihinlerini! Karşılarından gelen bir insan onlardan gözünü kaçırınca “Herhalde benden korktu. Belki de bende korkulacak insan tipi vardır!” gibi hastalıklı ve çocukça düşüncelere kapılıp gittikleri de olur.

Etraflarına bakarlar, en çok saygı duyulan şeylerin “güçlü olmak” ve “zengin olmak” olduğunu görürler. Belki de zengin olmanın zaten güçlü olmak olduğunu düşünürler. İçten içe zengin olma hayalleri kurarlar. Belki zengin olmak için küçük girişimlerde bile bulunurlar. Zengin olamasalar bile en azından “zengin insanlara biraz da olsa yakın olmanın” zenginlik yolunda vazgeçilmez bir adım olduğunu düşünürler. Zengin birinin arabasının yanından geçmek, zengin biriyle göz göze gelmek hatta zengin birini tanıyan biriyle selamlaşmak bile onlara kendilerini iyi hissettirebilir! Hayallerine bir yenisi daha eklenir! Ama tıpkı diğer hayallerinde olduğu gibi bu hayallerinde de oldukça zorlanırlar. Bir taraftan nasıl zengin olunacağını bilemezler, diğer taraftan zengin olmayı kendilerine yakıştıramazlar, bir diğer taraftan da zenginlik için adım atmaya da cesaretleri olmaz! Ekmeklerini alıp yine evinin yollarına düşerler.

İçlerindeki eziklik, sindirilmişlik, yok sayılmışlık ve bunlara eşlik eden “hem hiçbir şey olma duygusu hem de her şey olma hayali” onları yiyip bitirir. Ne kendileri gibi davranabilirler ne de bir başkası gibi. Sanki içlerinde büyük bir boşluk vardır ve onları gün geçtikçe içine çekiyordur. Kalabalık insan gruplarını, birbiriyle şakalaşan arkadaşları, yolda el ele gezen sevgilileri görürler ve hiç değilse onlara bakarak mutlu hissetmeye çalışırlar. Dünyada böyle duyguların var olduğunu ama bunların ya “kendilerine denk gelmediğini” ya “kaderlerinde böyle şeylerin olmadığını” ya da “hak etmedikleri için böyle şeyleri yaşayamamalarının normal olduğunu” düşünürler.

Herkes tarafından arzulanmak ve kabullenilmek isterler ama bir taraftan da bunları isteyip istemediklerinden emin değildirler. Bir taraftan insanların kendilerinden korkmalarını isterler, diğer taraftan kendilerine saygı ve sevgi duyulmasını. Dahil olmak isterler ama hariç bırakılmaya alışıktırlar. Bu yüzden olmak ile olmamak arasındaki boşlukta gidip gelirler. Ne kendilerine ait bir düzen kurma cesaretleri ve istekleri vardır ne de diğerlerinin düzenlerine dahil olmayı kendilerine yakıştırabilirler! Bu yüzden böyle insanları “düzene maruz kalanlar” olarak tanımladım. Bir düzen vardır ama onlar ne bu düzenin nasıl oluştuğunu ne nasıl işlediğini ne de bu düzenin ne olduğunu bilirler! Bu yüzden sürekli düzene maruz kalırlar. Ne kendileri gibi olabilirler ne de başkaları gibi! Pili bitmiş bir saat gibidirler. “Vardırlar ama yokturlar.” Bütün insanların geçtiği yerde duran, herkesin baktığı ama görmediği “yerinden çıkmış kaldırım taşı gibi” hissederler kendilerini. Hiç kimse takılıp düşmez onlara ama götürüp kaldırımdaki yerine de koymazlar. Ne kaldırıma aittirler ne de herkesin geçtiği yola! 

Çocukluk dönemlerinde sürekli olarak “bizzat kendilerinden nefret edecek” muamelelere maruz kaldıkları ve yetişkinlik dönemine geldiklerinde de çoktan bu rolü kabullendikleri için kendilerine yapılan saygısızlıklara, şiddet girişimlerine ve aşağılamalara cevap veremezler. Hayatları daha iyi bir noktaya gelecek olsa bile bu, başkalarının onları bir yerlere “sürüklemeleriyle” mümkün olacaktır. Kendi başlarına bir yerlere gelmeyi hayal bile edemezler. Daha iyi hayat şartlarına ulaşırlarsa belki psikolojik olarak biraz rahat bir şekilde yaşayabilirler. Ancak diğer insanlarla herhangi bir anlaşmazlık durumunda her zaman “kendilerine karşı diğer insanların tarafını” tutacaklardır. Kendileri yokmuş gibi, sanki cephe aldıkları kişi bir başkasıymış gibi davranacaklardır. Kendi kendilerine düşmanlıkları hiç bitmeyecektir. Bir yere davet edilseler de edilmeseler de davet sahibine minnet duyacaklardır. Çünkü davet edilmeleri “dışlanmadıkları”, davet edilmemeleri de “ortama layık olmadıkları için davet edilmedikleri” anlamına gelecektir onların zihinlerinde!

“Kurulu düzendeki yerlerine” başkaları onların adına karar verdiği için aslında başkalarıyla çatışma yaşama olasılıkları da çok azdır. Çatışmadan hoşlanan insanların onları çatışmaya çekme çabalarını karşılıksız bırakacaklardır. Çatışmaktan hoşlanan insanların hoşuna gitmeyecektir bu tavır. Çünkü savaşmayan bir insanı yenmek onlara zevk vermeyecektir. İki taraf arasında fiziki, psikolojik veya maddi bir çatışma ortasında kaldıklarında da kim nereye çekerse o tarafa gideceklerdir. Aslında ne düzene dahildirler ne de düzenin dışındadırlar. Bu tip insanlar, “başkalarının gücünü kendi güçleri” de sayamazlar! Çünkü buna layık olduklarını düşünmezler. “Kendileri kendi gözlerinde yok hükmünde oldukları için” kendilerini herhangi bir olayın ya da durumun içine dahil etmekte zorlanırlar.

Yeryüzünde bu kadar silik, ezik, kendi başına karar alamayan insan var mıdır? Bunu tam anlamıyla bilemeyiz. Varsa da hepsinin sindirilmişlik seviyesi aynı değildir belki de. Zaten burada ne tanıdığımız ne de tanımadığımız birinden bahsettim ama bahsettiğim tipte ya da bu tipe yakın insanlara mutlaka denk gelmişizdir, gelmesek de gelme ihtimalimiz çok yüksektir. Bu insanlar belki de benim söylediğim kadar kıyıda köşede kalan insanlar değildir. Kendilerine söylenen şeylere itiraz etme ve kendi düşüncelerini ileri sürme iradesinden yoksun oldukları için belki de “el üstünde tutulan” insanlardandır bu insanlar! İtiraz etmeyen, gel deyince gelen ve git deyince giden insanın “herhangi bir yerde barınması” çok da zor değildir ama burada asıl sorun bu barınma işinin “başkasının iradesiyle” meydana gelmesidir. Başkasının “onlar adına karar vermesiyle” bir yerlerde barınan ve kitlenin içinde eriyip giden bir insanın sevgi, saygı, onaylanmışlık ve arzulanma gibi beklentilerinin karşılanması bence çok zordur.

“Düzene maruz kalan” bu insanlar bu kadar “pasif bir durumdayken”, düzene dahil olmaya çalışmak yerine “düzene dahil edilirse” düzen içerisinde barınırken “düzene uymaya çalışan insanlar” nasıl davranırlar? Onu da dördüncü yazıda konuşalım...

Tek Tipleşmenin Tekdüzeleşmesi 3

Fotoğrafın kaynağı: https://sanatsalhareketler.com/gunumuzun-problemi-tektiplesme/