Milat
Bilimkurgu filmlerini andıran o sahneyi gördükten ne kadar zaman sonraydı hatırlayamıyorum. Astronot kıyafetlerini andıran beyaz bir tulumun içinde, maske ve siperlik takmış, sırtlarında okul çantası...
milat”, tesadüfen seçilmiş bir sözcük değil. Ondan sonra yaşanan hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını söylesem kesinlikle abartmış olmam. Yaşanan onlarcasının arasından içimde bir sarmaşık gibi büyüyüp benliğimi saran, etkisinden bugün dahi tam manasıyla kurtulamadığım bir tanesini paylaşmak istiyorum. Burada anlatacağım olay, kimilerine fazlaca duygusal işlenmiş gibi gelebilir. Bunu hiç önemsemiyorum. Yaşananları doğru değerlendirebilmenin, içindeki hüzün, acı, umut ve mutluluğu doğru yorumlayabilmenin tek yolu öğretmen olmak mı onu da bilmiyorum. Ancak anlatacaklarımın hayatta birçok şeyin olduğu gibi duyguların da kesin sınırlar içinde yaşanamıyor olduğuna güçlü bir kanıt sayılabileceğinden eminim.
İçimdeki bu sarmaşığın sebebi bir çocuk… Henüz on üç yaşında… O adamları görmeden önce de tanıdığım küçük bir kız çocuğu… Düşük omuzlarının üzerindeki o ince boynun; bu zayıf ve solgun yüzden, hep çift örgülü olan siyah saçlardan ve insanın içini delecek gibi bakan bu bir çift gözden fazlasını taşıyabilecek gücü olduğundan emin değilim. Yaşıtlarına göre çok zayıf ve fazlaca sessiz bir sabi… “Hocam, hocam” diye başlayan ve değişik yönlerde uzayıp giden uzun cümlelerin arasında kısa, kesik bir Örtmenim” sesi…
Okul kıyafetlerini giymesi gerektiği konusunda senenin başından itibaren yaptığımız uyarılara uy(a)mamaktan başka kusuru olmayan bir öğrenci. Sekiz kardeşin en küçüğü… Kendisine vaat edilenleri “Örtmenim babam Irak’tan gelecek, bana okul kıyafetimi alacak. Örtmenim annem pazara gidince okul kıyafetlerimi alacak.” gibi sözlerle inanarak ve umarak, günler geçtikçe de hayal ederek aktaran, fakir ailesinin masum aynası. Işıl ışıl gözlerinde müthiş bir zekâ taşıyan bu çocuğun dilinden dökülen nice pazarlar, babasının gelip ona kıyafet alacağı nice salılar, çarşambalar geçip gitmişti.
İkinci dönemin başında onu okul kıyafetleri içinde gördüğüm günle malum adamların okul bahçesinde dolaştığı gün arasında çok bir zaman yok. Daha kıyafetlerden hevesini bile alamamışken ikinci gününde okulların kapatılması, herkesten çok onu üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmıştı. Covid denen musibet herkesi etkilese de bu çocuk kadar etkileneni var mıdır bilmiyorum.
Uzaktan eğitime geçişte sıkıntı yaşadığımız günlerde, tableti, bilgisayarı ve interneti olmayan öğrencilerimize ulaşabilmek için ders notları hazırlıyor, bunları bazen köy muhtarlarıyla gönderiyor bazen de kendimiz götürüp dağıtıyorduk. Böyle zamanlarda o iki parlak gözün, o solgun yanakların, o çift örgülü saçların sahibi çocuğun köyüne defalarca gitsek de hiçbirinde onu görüp ders notlarını vermek mümkün olmadı. Her gidişimizde diğer çocukların “Hocam o keçilere gitti. Bize verin, biz ona veririz.” teklifleriyle karşılaşıyor ve mecburen öyle de yapıp geri dönüyorduk. Nihayetinde bir gün karşılaşmak nasip oldu. O gün nasıl oldu da bir yerlere çalışmaya gitmedi diye düşünürken bir terslik olduğunu anladım.
Kalabalığın dışında küçük bir su birikintisinin önündeki yüksekçe taşın üstünde oturuyordu. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri ve günlerdir üzerinden çıkarmadığı her
halinden belli olan okul kıyafetleriyle insanın içine dokunan bir görüntü çiziyordu. Kalabalığın en dışında olsa da acının en içinde olduğu her halinden belliydi. “Neyin var, ne oldu?” demeye kalmadan etrafımı saran çocuklardan biri “Hocam …’nin babası öldü. Hani yarasadan geçen o hastalık yüzünden...” dedi. Dünya başıma yıkıldı. Kâğıtlar elimden kaydı, düştü. Ne diyeceğimi bilemez halde dikilip dururken beni gören ….. ayağa fırladı. Gözyaşlarını elinin tersiyle silip okul süveterinde kuruladı. Heyecanlandı. Utandı. Korktu. Kesik kesik “Örtmenim ben hep keçilere gidiyordum. Benim babam öldü. Yarasa falan yemedi örtmenim” dedi. Gözyaşlarıyla birlikte ağzına kadar giren sümüğünü silerken bir yandan ağlamaya bir yandan konuşmaya devam ediyordu. Hem öğrenciliğin hem babasını henüz kaybetmiş bir yetimin sıfatına bürünerek konuşuyor, konuştukça hıçkırıyor, hıçkırdıkça titriyordu. “Dur kızım.” Dedim, “Sakin ol.” Elimi, çift örgüsü nicedir açılmamış, kirli ve dağılmaya başlayan saçlarına götürdüm. “Boş ver notları, önemli değil. Ağlama.” dedim. “Örtmenim herkes yarasa yedi diyor, Benim babam yarasa yemedi ki” dedi. “Biliyorum kızım biliyorum.” dedim ve ellerim saçlarında öylece kaldım. Ne söyleyecek bir şey bulabildim ne de yapacak.
Eve geldiğimde çarpılmış gibiydim. Suratıma okkalı bir tokat yiyip öylece kalakalmış gibi… Islanmış, üşümüş, titremiş gibi… Taziyeye ve ardından birkaç kez de ziyaretlerine gittim. Ancak …yi bir daha hiç göremedim. Onu sorduğumda aldığım cevap hep aynıydı. “Keçilere gitti…” Herkesi görüp onu görememek ve herkese ulaşan notları ona bir türlü ulaştıramamak kendime ve mesleğime ihanet etmiş olmak gibiydi.
Notların yerini uzaktan eğitimin ve canlı derslerin almaya başladığı süreçte, şarjı uzun süre dayanacak bir tablet alıp tekrar o köye gittim. “Hocam keçilere gitti.” deseler de bu kez geri dönmedim. “Keçiler neredeyse beni de oraya götürün” deyip düştüm peşlerine. Üç dört tane çocuğun refakatinde yarım saat kadar yürüdükten sonra, keçilerin ne bulup yediğini dahi anlayamadığım taşlık bir yere vardık. Yirmi tane keçinin ortasında bir taşın üzerine oturmuş, elindeki çomakla toprağı eşelerken buldum onu. En başta söylediğim hüzün, acı, umut ve mutluluk duygularının iç içe olabildiğine bu çocuğu gördüğüm o anda ikna oldum.
Beni görünce yerinden fırladı. Gözlerinde büyük bir şaşkınlık, hareketlerinde ise keçilerini otlatırken öğretmeni tarafından görülmüş olmanın yarattığı garip bir mahcubiyet vardı. “Örtmenim keçilere gittiğim için…” diye başlayan bir şeyler söylüyordu ki bitirmesine müsaade etmeden tableti ona uzattım. Şaşkınlık ve mahcubiyet, yerini heyecan ve mutluluğa bıraktı. “Bu ne örtmenim?” dedi. “Benim mi olsun?” “Senin olsun.” dedim. “Bundan sonra notlara gerek yok. Derse burada bile katılabilirsin. Defter, kitap taşımana da gerek yok. Sadece katıl, seni göreyim yeter.” Sesi titreyerek “Tamam örtmenim hep katılacağım” dedi. Geri dönüp yürümeye başladığım sırada tablete öyle büyük bir mutlulukla sarılıyor, onu öyle sıkı tutuyordu ki öğretmen olmayanlar ve öğretmenlik mesleğinin ne demek olduğunu yeterince iyi kavrayamamış olanlar, o görüntünün huzurunu anlayamaz.
İçimdeki sarmaşıkla olan münasebetim elbette bitmedi. Zaten o sarmaşığı kökünden kesip kurutmak da artık mümkün değil. Ancak lojmanın penceresinden okulun bahçesine bakıp o adamları tekrar tekrar hatırladığım şu dakikalarda, bu sarmaşığın kimi yerlerinde çiçekler açtığını hissediyorum.
Az önce biten canlı dersimize, yine o taşın üzerine oturmuş ve her tarafı keçiler tarafından sarılmış olarak katıldı. Gözünün bir ucuyla ekrana bakıyor bir ucuyla da keçilerini kontrol ediyordu. Onun “Örtmenim, örtmenim” diyen sesine eşlik eden keçi melemeleriyle dersi bitirirken, saçlarının yine iki örgülü olduğunu fark ettim. Üzerinde de uzun süredir değiştirmediği için yakaları iyice kirlenmiş okul kıyafetleri vardı.
Bunlar da ilginizi çekebilir