Biz ne kadar başka bir hayatın mümkün olabileceğini arzularsak arzulayalım, birileri gelip her seferinde bize “kendi doğrularını“ dayatıyor, dayatmaya çalışıyor.
Hayattayız. Yaşıyoruz. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyoruz. Bir yandan yaşamaya çalışırken, diğer yandan da daha iyi bir yaşamın hayallerini kurmaya çalışıyoruz. Kurmaya çalıştığımız hayaller, bazen daha kurmaya çalışırken yıkılıyor. Kendimizi bile ikna edemiyoruz bazı şeylerin gerçekleşebileceğine. Bazen kurmaya başlıyoruz, bir yere kadar kuruyoruz ama kısa süre sonra ya yine biz yıkmak zorunda kalıyoruz, ya gelip birileri yıkıyor ya da kendiliğinden tuzla buz oluveriyor gözlerimizin önünde “tam hayal olamamış hayal kırıntılarımız“! Hayal kurma hevesimiz, “hayal kırıntıları“ olarak kursağımızda kalıyor.
Biz ne kadar başka bir hayatın mümkün olabileceğini arzularsak arzulayalım, birileri gelip her seferinde bize “kendi doğrularını“ dayatıyor, dayatmaya çalışıyor. Bazen ailemiz, bazen eşimiz dostumuz, bazen iş yerindeki patronlar, bazen başka birileri. Bu “başka birileri“ hiçbir zaman bitmiyor. Bunların kim olduğunun önemi yok. Çünkü hayatımız boyunca bitmiyor bu başka birileri ve bitmeyecekler. Bazıları istemesek de kendi doğrularını dayatıyor, bazıları da başka yolları kullanarak. Herkes birbirinin zihnini bir yere sabitlemeye çalışıyor. Korkuyor herkes birbirinden “ya benden farklı düşünürse“ diye. Acaba sadece bundan mı korkuyor herkes? Elbette hayır. İnsanlar, birbirine güvenmekten korkar hale geldi. O kadar çok “insanlara güven olmaz“ dedik ki birbirimize, birbirine güvenecek insan kalmadı. Bir de kendi kendimizi ikna etmeye çalıştık bu sözün doğru olduğuna. İnsanlara güven olmaz! Peki bu sözü tekrarlayıp dururken bir kez olsun kafamızı kaldırıp “yahu kim bu insanlar, ben kimseye güvenemeyeceksem bu hayatta nasıl yaşayacağım“ diye sorduk mu kendimize ya da diğer insanlara? Bir yandan herkese güveniyor gibi davranıyoruz, diğer yandan hiç kimseye güvenmiyor gibi davranıyoruz! Bir gelin bakalım isterseniz bu sözün gereğini yerine getiriyor muyuz? Günümüzde insanların çoğu geçimlerini sağlamak için bir işyerinde çalışmak zorunda kalıyor. Er ya da geç çoğu insanın başına geliyor bu. İş yerindeki insanlara güveniyor muyuz sizce? Güvenmemiz gerektiği kadar değil mi? Mesela kendi çıkarlarımız diğerlerinin çıkarlarıyla çatıştığı zaman “iş başka arkadaşlık başka“ deyip sıyrılıveriyoruz işin içinden! Evet. Güven? Nerede güven? Güven iş yerinde öldü!
İşten çıkıyoruz, eve gitmeye çalışıyoruz. Otobüs için sıra bekliyoruz ama milli sporumuz haline gelen “sıraya kaynak yapma“ rekorları kırıyoruz. Adalet? Nerede adalet? Adalet daha otobüs kuyruğunda ölüyor, yerle bir oluyor. İçinizden bazıları “ne çok abarttın, o kadar da değil“ diyebilir. Bir düşünün bakalım. Sadece otobüs kuyruğu değil, bir işimizi halletmek için girdiğimiz her sıra bizlere çok şey anlatıyor aslında! Ülkemizdeki insanların insanlığa, hayata bakışını gözler önüne seriyor. Siz sağa sola bakınırken, kimliği belirsiz kişiler şakalaşarak, aralarında kıkırdayarak “hiçbir şey olmamış gibi“ sizin önünüze “kamp kuruyorlar“. Siz “bu sıra benim“ diye kendi hakkınızı savunmaya çalışırken, karşınızdaki kişiler “bizim arkadaşımız burada bekliyordu, bizim için sıra tutuyordu“ deyip işin içinden sıyrılıveriyor! “Bizim için sıra tutuyordu“! Tanıdık geldi mi bu cümleler size? “Bizim için“, “sıra“, “tutuyordu“! Siz de biliyorsunuz ki, bu herhangi bir kuyruktaki “sıra“ bambaşka yerlerde bambaşka şeyler haline geliveriyor! Herkes, bir köşe başında bir sıra tutuyor ve “burası benim“ diyerek kimseyi yaklaştırmıyor! Evet, adalet de öldü! Geçmiş olsun!
Dünyadaki ve elbette Türkiye’deki birçok insan her şeye o kadar çok “benim çıkarım ne olacak“ mantığıyla bakıyor ki sevgi, saygı ve merhamet gibi “insanlığın ortak değeri sayılan“ şeyler hem işyerinde, hem arkadaşlık toplantılarında, hem beklediğimiz kuyruklarda, hem de evlerimizde ölüyor. Bu “ortak değerimiz“ dediğimiz şeyler, kendilerine hiçbir yerde yer bulamıyorlar. İnsanlara sevgi ve saygı duyma gereği hissetmiyoruz artık! Bakın, “sevgi ve saygı duymuyoruz“ demedim; “sevgi ve saygı duyma gereği hissetmiyoruz“ dedim! İnsanların sık sık kullandığı “hayat acımasız, kimseye güven kalmamış“ gibi sözler, sadece dışarıdaki hayatta değil; aynı zamanda yakın çevremiz ve ailemiz için de geçerli hale gelmiş durumda. Herkes diğerinin ne hissettiğini önemsemez hale geldi. Daha geçtiğimiz günlerde, genç bir kadın, bir erkek tarafından “önce boğuldu, sonra cesedi yakıldı ve bir varile konup ormanlık alana bırakıldı“! Görüyor musunuz cümledeki vahşeti! Şu kısacık cümleyi okuyunca bile insanın kanı donuyor! İnsanlık diye bir şey var mıydı? Varsa ne zaman öldü?
İnsanların onurları da hiçe sayılıyor. İnsanlar, “para kazanmak için her şeylerinden vazgeçmeleri gereken“ robotlara dönüştürülmeye çalışıyor sürekli. Hissizleştirmeye çalışıyorlar insanları. İnsanlara sürekli olarak “para olmadan olmaz“ gibi anlayışlar pompalanmaya çalışılıyor. Yanlış anlamayın, sadece paraya ihtiyacı olanlara değil; olmayanlara da bu anlayış dikte ediliyor. İnsanlar, para kazanmak için daha afyonları patlamadan, kahvaltılarını bile doğru düzgün edemeden patronları zengin etmek için yollara düşüyorlar. İşçilerinin hakkını tastamam vermeyen patronlara karşı çıkan insanlar olunca, bu patronlar işçilerine “dilenci“ muamelesi yapıyorlar. İşçilerin kendi emeklerinin karşılığı olan parayı işverenlerden almak için, yine işçilerin işverenlere yalvarmasını bekliyorlar! “Onursuzluğun“ aslında o kadar da kötü bir şey olmadığı haykırılıyor dört bir tarafta! Ne diyordu Dostoyevski “Budala“ adlı kitabında: “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen..?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor, kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor. “ Dostoyevski bu satırları 19.yüzyılda yazıyor. Gerisini siz düşünün!
Evet. Her yerde, her dakika, her zaman “insanlığın ortak değeri“ dediğimiz şeyler ölüyor! Engel olamıyoruz. “Ölüp ölüp dirilmiyor“, sürekli ölüyor. İnsanların yüreklerinde, zihinlerinde ölüyor. Bu değerler, “en son insanın“ zihninde ve yüreğinde ölünce yok olmuş olacaklar. Şimdi de yokmuş gibi davranılıyor ama o zaman hepten ölecekler. Artık bu değerlerin yeniden doğabileceğini bile hayal edemeyeceğiz. Oğuz Atay’ın düşüncelerini paylaşacağız belki de! Oğuz Atay da “Tehlikeli Oyunlar“ adlı eserinde insanlığın ölümünü sorguluyor: “Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, ’yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, ’insanlık öldü mü?’ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık âleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir âlemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıztırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmaya çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamaya devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabah karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil göremeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir mirasta kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına baş sağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade törenden sonra toprağa verilecektir.“
Bu iki üstattan sonra bize söz söylemek düşmez. Bu yüzden, son bir soruyla veda edelim sizlere: İnsanlığı “onun ölümünden sonra yüreğimizde“ mi yaşatacağız; yoksa “hayatımızın içinde“ mi yaşatacağız?