Salgın günleri hepimizi dört duvar arasında bırakınca yaşantımızın şekli de değişti. Yaşayan değil, hatırlayan olduk. Kitaplığımızın önünde durup tozlu raflarda unutulmuş kitapları elden geçirdik; dolapların nicedir açılmayan gözlerinde kalmış fotoğraf albümlerinin kapağını kaldırdık; izlemeyi düşünüp bir türlü fırsat yaratamadığımız filmleri, koltuğumuza oturup izledik.. Bütün bunlara “hatırlama” denen ve belli bir yaştan sonra hüzünlü bir iç geçirmeye eşlik eden zihinsel eylemi de ekleyebiliriz. Eminim çoğu kişi yaşayamadığı için hatırlamakla yetindi.
Bu paradoksa dikkat kesildim son günlerde. Niçin çoğunlukla yaşayamadığımızda hatırlarız? Karmaşık bir soru gibi ama yanıtı çok basitti aslında; yaşarken de hatırlıyoruz fakat farkına varmıyoruz. Yaşamadığımızda ise kendini daha bir yoğun duyuruyor geçmişte yaşananlar.
Bu sonuca Biga’ya gidemediğim bu bayramda vardım. Birden anladım ki eğer bayramlarda Biga’da isem ayaklarım kendiliğinden Bayramyeri’ne götürüyordu beni. Değilsem de mutlaka çocukluğumun Bayramyeri belleğimden film sahneleri gibi akıyor. Bugünler de öyle oldu.
Bayramyeri’nin 1970’lerin ilk yarısındaki hâli, belleğimin karanlık bölgelerinden capcanlı bir biçimde öne çıktı. Bakkal Halit Aga, karşıda Yırık Ali, daha eskilerde Babapire’nin kahve, ortada salıncaklar, dönmedolaplar, atlıkarıncalar. Kuyunun yanında (oraya çok eskiden Karakuyu denirmiş) arkadaşım Seyit’in babasının pamuk helva arabası. Az ileride Hasan Aga’nın fırınının önündeki macuncu. Onun yanında Şeker Onbaşı’nın tezgâhı; mantar, çıtır pıtır, metal mantar tabancası, plastik arabalar vb. Kalabalık, çocuk sesleri… Tekel tarafından Yahya Aga’nın faytonu şıngır mıngır gelirken, hemen kaldırımda Mandi alt mı üst mü oynamaya çağırır. O Mandi ki yenerse iyi ama yutulursa hemen sarası tutmuş numarası yapacaktır, artist-futbolcu kartlarını vermemek için. Eh ne yapalım, biz de karşıdaki Adem Amca’nın bakkalından nohut şekeri ya da leblebi tozu alır uzaklaşırız oradan; hem zaten Dumlupınar yokuşunda yine Aki’yi kızdırmışlardır; zavallı salya sümük ağlamakta, bağırıp çağırmaktadır. İkikapılı Hüseyin Amca gelip onu götürecektir, teselli ederek…. O sıra, bir arkadaşımın ceket cebindeki mantar kutusu kendiliğinden patlayacak, cep yeri darmadağın olacak, arkadaşım o patlamadan değil de babasından yiyeceği şamarı düşünüp ağlayacaktır. Çeşmenin hemen yanında İsmail (Evet, İsmail Şen yani) Teksas- Tommiks mi okumakta, evinin merdivenlerinde? O benden küçük, pek muhabbetimiz yok. Çocukken bir yaş bile önemli nedense! Mevsimine göre bozacı, dondurmacı arabalarını da unutmamak gerek.
Evet evet, hatıra hepsi ama hatıralar sadece görüntü değildir, diğer duyuları da harekete geçirir. Örneğin, Hasan Aga’nın fırını demişken, ramazandaki pide kuyruğunu anımsamak kokularla birlikte gelir; hatta fırının yan sokağına yığılmış meşe odunlarının kokusunu bile duyarım. Dahası, hemen yandaki köfteci Ali Aga’nın kimyona banarak yenen minicik köftelerinin kokusu da uzak bir kentte bir bayram sabahı gelip yakalayıverir…
Eğer, bir kasabayı anlatan bir film çekseydim, Bayramyeri kesinlikle yer alırdı ve elbette neşeli bir sahne olurdu; şimdiyse sadece bir hatıra..