Güzel şeyler birden olur, bu kadar bekletmez desem yeridir. Ama demiyorum. Oldu ya, o da yeter... Belki de adını birçok kişinin yeni duyduğu yazar, gazeteci Suat Derviş den bahsediyorum.
Yıllar önce bir araştırma yaparken Şair Nazım Hikmet’in “Gölgesi” şiirini okuduğumda karşıma çıkmıştı Suat Derviş. Ve Nazım Hikmet ondan “başını eğemediğim kadın” diye bahsetmişti. Merakım daha da arttı. Kimdi? Neydi? Neler yapmıştı? Bu soruların cevabını araştırmaya koyuldum. Fakat çıkmaz sokaklarla dolu bir yol oldu. Ola ki merak edip araştıran olursa diye söylüyorum, artık yol açıldı. Nasıl mı? İthaki Yayınları Suat Derviş’in kitaplarını yeniden basıyor. Üstelik Sanat Kritik ve İthaki Yayınları Eylül 2022 ayı boyunca Beyoğlu’nda bulunan Avrupa Pasajı’nda “Ben Yazar Suat Derviş” isimli bir sergiyle yazarı bizlerle buluşturuyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, nereden çıktı Suat Derviş. Dediğim gibi yıllar önce onu araştırmaya çalıştığımda o kadar az kaynak vardı ki, inanamamıştım. 67 yıllık yaşamına 30’dan fazla roman sığdıran, Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı, birçok gazetede yazılar yazan, çeviriler yapan, üstelik Lozan görüşmeleri sırasında muhabirlik yapan ilk kadın gazeteci ünvanlı, bazı eserleri Almanca’ya, Fransızca’ya ve Rusça’ya çevrilmiş bir yazar, ama gel gör ki, araştırmaya başlayınca Türkçe kaynaklarda pek bir şey bulamıyordum. Nasıl olabilirdi bu, neden tarih Suat Dervişi unutturmaya çalışmıştı? Bu ve buna benzer pek çok soru kafamda gezinip duruyordu. Cevap bulamadım. Ama artık Suat Derviş’i araştırmaya koyulanlar olur ise pek çok kaynak bulabiliyor. İşte bu kazanılan bir zaferdir.
Neden mi?
Öyle çok nedeni var ki… Size onu kısaca anlatayım. İstanbul’un varlıklı ailelerinden birinin kızı olarak dünyaya gelen Suat Derviş; Fransızca ve Almanca’yı çok iyi konuşuyordu. İlk romanı Kara Kitap’ı 16 yaşında bastırmıştı. O günden sonra da bir daha yazmaya ara vermemişti. Öyle ki konservatuvar okumak için gittiği Almanya’da gazetelerde yazmaya başlamış ve okumak istediği bölümün edebiyat olduğuna karar vermişti. Bölüm değiştirip edebiyat bölümüne geçmiş ancak Hitler rejiminin gittikçe güçlendiği yıllarda bir yabancı olarak orada yaşayamayacağını anlayınca okulunu bitiremeden yurda geri dönmüştü. Bir süre sonra babasının vefat etmesi tüm hayatını değiştirmiş, ailesinin sorumluluğu onun omuzlarına kalmıştı. Sevdiği mesleği yapmaya çalışıyordu fakat önündeki engeller de bitmiyordu. Yazıları nedeniyle yargılanmış ve hiçbir gazete onunla çalışmak istememişti. Zaten kadın yazarlara pek sıcak bakılmayan o dönemler takma isimlerle yazmak zorunda kalmıştı.
Başlarda eserleri İstanbul’un varlıklı ailelerinin kadınlarının yaşamını anlatırken, zaman içinde değişen, değişimin içinde var olmaya çalışan kadınlara değiniyordu. Bu açıdan bakıldığında yazarın feminist olduğu söylenebilir. Fakat o hiçbir zaman feminist olduğunu düşünmemiş, kadının toplumsal hayattaki yerinin değişmesi için yazdığını ifade etmiştir.
Bir tek kadın sorunları mı? Elbette hayır. O yıllar çalkantılı yıllardı. Ve Suat Derviş de kendini bu çalkantıların tam ortasında bulmuştu. 60’lı yıllar hem sosyal hem siyasal birçok değişimin yaşandığı bir dönemdi ve bu değişimi anlatan yazarımız özellikle sol görüşü benimsediği için tam bir hedef olmuştu. Yeri geldi yargılandı, yeri geldi hapis yattı ama hiçbir zaman yazmaktan vazgeçmedi. Eşi Reşat Fuat Baraner’in hapiste olduğu yıllar için ise “hayatımın en zor zamanlarıydı, ama o zorluklar beni daha çok yazmaya teşvik etti” demiştir.
Giderek yazacak köşe bulamayan Suat Derviş bir dönem Fransa’ya kardeşinin yanına gider ve orada da dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanır. Tüm bunların arasında ilk basın sendikasının ve Türkiye Devrimci Kadınlar Birliği kurucularından olmuştur.
Bir toplantıda Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak tanıtıldığında, “bir düzeltme yapmalıyım, öncelikle ben yazar Suat Derviş’im” demiştir. Kadının var olma sebebinin kocası olamayacağını, öncelikle kendi kendinin var olduğunu ve eğer üretiyorsa kendi ürettikleri ile var olduğu üzerinde durmuştur.
“Hiç” isimli romanında “Hiçlikten geldik, hiçliğe gidiyoruz ve her şey bir sabun köpüğü gibi kaybolmaya mahkûm” demiştir.
Sevgili Suat Derviş, öncü bir kadın olarak bizlere çok güzel bir miras ve kitaplar bıraktın. Senin hiçliğe yenilmediğini gördüğüme çok memnun oldum. Bugün bu satırları okuyan herkes senin ve senin gibi insanların asla sabun köpüğü gibi kaybolmayacağını biliyor.
Yazımı Nazım Hikmet’in kendisi için yazdığı “Gölgesi” şiiriyle bitirirken Suat Derviş’in hiçlikten kurtulmasına vesile olan herkese saygılarımı sunuyorum.
“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal,
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor…
Dönüyoruz yine bir uzun gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben.
O bana kendisini gülerek naklediyor,
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım
Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım.
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.”