Köşe başlarının “kendi köşe başları olarak kalmasını sağlamak için” de çeşitli yollara başvuruyorlar. Bu insanlar, “gerçekten adaleti sağlamak isteyen” ve “adalet dedikleri şeylerin adil sayılmasını sağlamaya çalışan” köşe başlarına yaklaşmaya çalışan diğer insanlara “çeşitli sıfatlar yakıştırarak” onları “kendi sokaklarının” yakınından bile geçirmiyorlar.
“Adalet” kavramı, her insanın hayatında en az bir defa duyduğu temel kavramlardan biridir. İnsanların geneli, bu kavramı duyduğu zaman benzer şeyleri düşünür. Adaletin ne olduğu ve nasıl sağlanacağı ile ilgili söylemlerde bulunulur. Ancak, genellikle “söylemler” ve “eylemler” arasında farklılıklar olduğu görülür. Acaba, insanlar adaletin sağlanması gerektiğini ‘gerçekten’ düşünüyorlar mı? Düşünenler, bunun için bir şeyler yapıyorlar mı? Acaba, insanlar adaletin sağlanması gerektiğini düşünmedikleri için mi adalet sağlanamıyor, yoksa adalet sağlanamadığı için mi insanlar “adaletin sağlanmaması gerektiğini” düşünmeye başlıyorlar? Adaletin sağlanmasını isteyen insanların buna güçleri mi yetmiyor, yoksa ‘birileri’ adaletin sağlanmaması için ‘var gücüyle’ çalışıyorlar mı? Bütün bunları konuşmadan önce, ilk olarak “adaletin ne olduğu” üzerine birkaç söz söylemek daha mantıklı olacak.
Adalet kavramı ile ilgili olarak yüzyıllardır birçok insan birçok söz söylemiştir. Bu yüzden, “adaletin ne olduğu” meselesini birkaç sayfalık bir yazıyla etraflıca konuşmak pek mümkün gözükmüyor bana. Ama yine de bir tanımlama yapmam gerekiyor. Kısaca “adalet”, hak edene hak ettiğini vermek, hak etmeyenden hak etmediğini alarak gerçekten hak edene vermektir. Bu basit tanımlamaya baktığımızda bile çok ciddi soruların ortaya çıktığını görüyoruz. İlk olarak, “Kimin neyi hak ettiğine ya da etmediğine kim karar verecek?” ve “Bu kararın adil olup olmadığına nasıl karar vereceğiz?” soruları ortaya çıkıyor. Bu iki soru meselenin “söylem” tarafı ile ilgili sorular. İkinci olarak, “Adil dediğimiz şeylerin gerçek hayatta ‘adil olmasını’ kim sağlayacak?” ve “Bunu sağlamak için güce ve yetkiye nasıl sahip olacak?” soruları ortaya çıkıyor. Bu sorular da meselenin “eylem” tarafıyla ilgili.
“Adaletin sağlanması” söz konusu olunca insanların aklına hemen “devlet” ve ”hukuk” kavramları geliyor. Çünkü, adaleti sağlama “gücüne ve yetkisine sahip olan” kurumun devlet olduğunu düşünüyoruz. Medya, sürekli bu düşünceyi dillendiriyor. İnsanlar, bir mesele olduğu zaman “adaleti devletin sağlaması gerektiğini” bir çırpıda söyleyiveriyor. Bu düşünce, sanki “değişmez bir gerçekmiş gibi” algılanıyor. Bir haksızlık olduğu zaman herkesin gözleri hemen devletin üstüne dikiliyor. İnsanlar, bizzat kendilerinin “adaleti sağlama görevi ve yetkisi yokmuş gibi” davranmaya devam ediyorlar. Böyle davranmayanlar da kendilerince “adil olduğunu düşündükleri” şeyler uğruna, yine “kendilerince doğru olduğunu düşündükleri şekilde” bazı davranışlarda bulunarak “adaleti sağlama yoluna” gidiyorlar!
Peki, devletin adaleti sağlamaya gücü yetiyor mu? Daha da önemlisi, devlet gerçekten adaleti sağlamak istiyor mu? Devlet dediğimiz şey bir kurumdur. Belli çalışma prensipleri ve amaçları olan ve bu amaçlar, prensipler doğrultusunda belli kişilerin belli görevleri yerine getirdikleri bir kurum. Bu görevleri de insanlar yerine getirir. Ancak, her olayda olduğu gibi “adaletin sağlanması için hukuk kurallarını uygulamak ve bu kuralların uygulanıp uygulanmadığını denetlemekle görevli olanlar” yine insanlardır. İnsanların hepsi de maalesef çoğu zaman “adalete susamış kanatsız melekler” olmuyorlar, adalete susamış oldukları için o koltuklarda oturmuyorlar. Bazıları, adaletin ‘gerçekten’ sağlanması için samimiyetle didinip duruyorlar. Bazıları ise, “kendilerinin adalet dedikleri, ancak adalet ile uzaktan yakından ilgisi olmayan şeylerin ‘adil sayılması için’ türlü yollara” başvuruyorlar. Kendi adalet anlayışlarının “tek doğru olduklarını kabul ettirmek” için “köşe başlarını tutmaya” çalışıyorlar.
Köşe başlarının “kendi köşe başları olarak kalmasını sağlamak için” de çeşitli yollara başvuruyorlar. Bu insanlar, “gerçekten adaleti sağlamak isteyen” ve “adalet dedikleri şeylerin adil sayılmasını sağlamaya çalışan” köşe başlarına yaklaşmaya çalışan diğer insanlara “çeşitli sıfatlar yakıştırarak” onları “kendi sokaklarının” yakınından bile geçirmiyorlar. Bu “bazıları”, sadece kendilerinin adil dedikleri şeylerin “adil sayılmasını sağlamak” istiyorlar. İstiyorlar ki sadece “köşe başları” ya da “sokağın kendisi” değil, “her yer” onların olsun! İstiyorlar ki adalet değil, kendi söylediklerinin adil olduğunu söyleyen insanlar hüküm sürsün! Bu tavır, sadece bizim ülkemize özgü bir tavır değil. Dünyadaki birçok ülkede geçmişte bu tavra sahip birçok insan vardı, şimdi de var ve maalesef bundan sonra da olmaya devam edecek gibi duruyor!
Bütün bunlar olurken, birileri kendi adalet anlayışlarının “tek doğru sayılması için” didinip dururken, bu güce ve yetkiye sahip olmayan ya da olmadığını düşünen “toplumun daha alt katmanındaki insanlar” ne yapıyor? Onların hepsi adalete susamış insanlar mı? Adaletin sağlanması için bütün güçleriyle çalışıyorlar mı? “Gerçek adalet”in ne olduğu ve nasıl sağlanacağı üzerine kafa patlatmakla mı meşguller? Yoksa, onlar da “kendilerinin işine gelen şeylerin adil olduğunu kabul ederek ve bu düşünceyi diğerlerine kabul ettirmeye çalışarak” mı hareket ediyorlar? Kabul ettirmeye çalışırken de “köşe başlarını tutan” diğerlerinden yardım mı dileniyorlar?
Meseleye daha yakından bakınca adaletin ne olduğu, nasıl uygulanması gerektiği üzerine düşünen ve bu düşüncelerini diğerleri ile istişare eden insan sayısının az olduğu görülüyor. Elbette bu benim çıkarımım. Bu çıkarımımın dışında kalan “samimi düşüncelere sahip” insanlar, hatta biraz daha zorlarsak “adalete susamış kanatsız melekler” bulabiliriz. Ancak, ben etrafıma baktığım zaman sürekli olarak “kendi çıkarlarının peşinde koşan”, “adalet kavramı üzerine düşünmeyen”, “bu kavram üzerine düşünen insanların ‘ahmak olduğunu söyleyen’” birçok insanın olduğunu görüyorum. Toplumun alt ya da üst sınıfı fark etmeksizin birçok insanın “sadece kendisini düşünerek” hareket ettiğini görüyorum. Şimdi, “Sadece kendisini düşünmeyen kaç insan var ki?” sorusunu soran birçok insan çıkacaktır. Sorun da tam olarak bu zaten! “Sadece kendi çıkarını düşünmenin” normal olduğunun kabul edilmesi!
Çoğu insan, “sadece kendi çıkarını” düşünmek istiyor ama “sadece kendi çıkarını düşünen” diğer insanlarla karşılaşınca da başlıyor “Nerede adalet?” diye bağırmaya! Nasıl olacak bu işler? Sadece kendi çıkarını düşünen insanların “adalet talep etmesi” ne kadar mantıklı, sağlıklı ve adil? Bu iki yüzlülük değil mi? “Hak etmediğini bildiği” bir şeyi almayı ya da hak etmediği bir makama gelmeyi reddeden kaç insan var? Reddeden insanlarla neden dalga geçiliyor? Neden bir şeylerin adil olmadığını düşünen insanlara “ahmak muamelesi” yapılıyor? Neden “adil olma” davranışına ve isteğine “geçmişte kalmış tatlı bir anı” muamelesi yapılıyor? Neyin adil olduğuna karar verilirken neden “vicdan”, “merhamet”, “liyakat” gibi şeyler yerine “çıkar”, ”güç”, “kalabalık olma”, ”şiddet” gibi şeylere başvuruluyor? Neden herkesin gördüğü yerlerde “adalet naraları” atılırken, kimsenin görmediği karanlık köşelerde adalet yerle bir ediliyor? “Boş versene adaleti, sen kendi işine bak!” anlayışının dönüp dolaşıp yine bu toplumun başına bela olacağı gerçeği neden göz ardı ediliyor?
Nedenleri belli. Bizim toplumuzda kendini ‘gerçekten’ seven ve öz saygısı yüksek insan sayısı giderek azalıyor. Bunun yerine “boş bir özgüvene ve öz saygıya” sahip insan sayısı artıyor. “Herkes tarafından görülme, kabul edilme ve toplumda yer edinme” isteği insanların adalet isteklerini ve arayışlarını gün geçtikçe daha da yerinden ediyor. “Yer edinme, göz önünde olma” isteği o kadar arttı ki insanların gözü tam anlamıyla kör oldu ve gittikçe “silikleşmeye” ve “kişiliksizleşmeye” başladılar. Her şeyi yıkıp geçmeye çalışıyorlar ve bunun normal olduğunu düşünüyorlar. “Birine haksızlık yapar mıyım?”, “ “Bir şeylere ulaşmasına engel olur muyum?”, “Hakkını elinden alır mıyım?” gibi düşüncelere kaldırıp atılması gereken eski ve gereksiz eşya muamelesi yapıyorlar. Değer sistemleri yok oluyor. Onları hayata bağlayan düşüncelerin sayısı azaldıkça başkalarının “değer sistemlerinin de yok olması gerekiyormuş gibi” davranıyorlar ve gittikçe hissizleşiyorlar! Başta kendileri olmak üzere bütün insanlara ve canlılara haksızlık yapmaya başlıyorlar! Çünkü, onlara göre yükselmenin tek yolu bu: “Hissizleşmek, gaddarlaşmak.”
Hissizleşmek ve gaddarlaşmak üst değerler olmaya başladıkça “yolu adalete çıkan” diğer düşünceler de alaya alınmaya, önemsizleştirilmeye ve yok edilmeye çalışılıyor! Vicdan, merhamet, empati, hoşgörü gibi değerler ve özellikler alaşağı ediliyor! Kendini, başkalarını ve dünyayı anlamak, insanların içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurarak onlarla iletişimde bulunmak, kendini yetiştirmek ve “bir şeyleri ‘gerçekten’ hak etmeye çalışmak” gibi davranışlar gereksiz, bu davranışlarda bulunanlar da “sıkıcı, geri kafalı” insanlar olarak anılmaya başlanıyor! “Herkes için adalet” ilkesi, yerini “sadece ben, benim gibi insanlar ve bizim bu konumda kalmamızı sağlayan insanlar için ‘bizim anladığımız şekilde adalet’” ilkesine bırakıyor!
İnsanlar adalet peşinde koşmayı bıraktıkça haksızlıklar daha da artıyor. “Bazı devlet görevlileri” de adalet sağlama görevini bırakmaya başlayarak haksızlıkların artmasına neden oluyor. Herkes “bir köşe başı tutma” yarışına girişiyor! “Eylemler üzerine düşünmek” yerine “düşünmeden eylemde bulunmak” temel ilke halini alıyor. Eylemler üzerine düşünenlere “Sen başarılı olamazsın!” deniliyor ve toplumun dışına itiliyorlar! Toplumun dışına itildikçe, “köşe başlarından uzaklaştırıldıkça” ve bu “dışlanmış” insanların başarısız olmaları sağlandıkça, bu dışlanan insanların savunduğu değerler de ayaklar altına alınıyor! “Bu değerleri savundukları için başarısız oldukları” söyleniyor. “Bu değerleri savundukları sürece bundan sonra da başarısız olmaya mahkûm olacakları” söyleniyor! “Başarısız olmayı hak ettikleri” söyleniyor! “Adaletin sağlanması” gibi isteklerin palavradan ibaret olduğu söyleniyor! “Tutulacak köşe başlarının” gittikçe azaldığı söyleniyor! Hayatta kalmak için “adaletsizliğe susamaları gerektiği” söyleniyor! Bunlar söylendikçe, “adaletsizliğe susandıkça” su bitiyor, ekmek bitiyor, doğa bitiyor, hak bitiyor, hukuk gidiyor, ışıklar kapatılıyor ve “uyanmamak üzere” uykuya dalınıyor…