İnsan, bir günde mi karar verir “kendisi olmaya”? Bir günde mi karar verir “şimdiye kadar ona kim olduğunu söyleyen toplumun görüşlerinden etkilenmeyeceğine” dair kendisine söz vermeye? Bir günde mi karar verir yalnız kalmak pahasına toplumun dayatmalarına, basmakalıp düşüncelerine ve inceden inceye onu alaya alan bakışlarına meydan okumaya ? “Kendini keşfetmek” midir bu yoksa “kendini inşa etmek” midir?
“İnsanın kendisi olma süreci”, hiç bitmeyen bir süreçtir. Bazıları, çok erken fark eder kendisi olmanın ne demek olduğunu, bazıları da belki de bir ömür boyu bunun ne demek olduğunu anlayamaz. Bir an gelir ve bazı insanların kafasında bir düşünce belirir. Çocukluğundan itibaren birileri tarafından engellenen, bastırılan, köşeye itilen ve değersizleştirilen bütün düşünceleri ve duyguları kişinin zihninde bir aydınlanmaya yol açar. Bir şeyleri sorgulamaya başlar bu kişi. İşi zordur, yolu uzundur, yolu sonsuzdur. Hele ki etrafında kendisi gibi düşünmeyen insanlar varsa!
Bu kişi, bir şeyler keşfetmeye başlar kendi benliğinde. “Keşfettiği şeyin kendisi olup olmadığıdır” aslında bu kişinin keşfettiği şey! “Ben, gerçekten ben miyim?” sorusudur zihnini kemiren! Zordur bu soruyu sormak, zordur “bu soruyu sormanın gerekli olup olmadığını düşünmek” bile! “Şu anda olduğu kişinin” gerçekten kendi olmak istediği kişi olup olmadığından emin olamayan her insan, bir “içsel hesaplaşma” sürecine girer. İçsel hesaplaşması derinleştikçe ve bu kişi toplumla birlikte yaşamaya da devam ettikçe “içsel hesaplaşma” ile “toplumla hesaplaşma” süreci birlikte devam eder bu kişinin zihninde. Bir tarafta “Ben kimim?” diyen zihni, diğer tarafta usanmadan “Sen busun!” diyen toplum.
Uzun bir düşünsel süreçten sonra toplumun kendisine biçtiği rolün kendisine ait olmadığını idrak eden kişi, tarih boyunca diğer insanlara da sürekli olarak “kim olduğunu hatırlatan birileri olduğunu” keşfedince artık zihni başka bir evreye geçer. “Hesaplaşma evreni” büyümüştür! Bu davranış biçiminin “sadece kendisine karşı gösterilen bir davranış olmadığını” fark eden bu kişi, meselenin “toplumsal ve tarihsel boyutları olduğunu” kavramış olur. Bu ruh halindeki bireyin yapacağı en mantıklı şey, “toplumla savaşmak” yerine “kendisiyle savaşmak”tır! Artık bütün yapması gereken; kişinin “kendisini kendisi sanmasına neden olan ‘ezberletilmiş’ bütün hazır düşünce kalıplarını”, toplumun dayatmalarını ve “gerçeklik algısını tersine çeviren bütün davranış ve düşünceleri” gözden geçirmektir! Yapması gereken, şu anda kim olduğunu “keşfetmesi”, “Nasıl biri olmak isterdin?” sorusunu kendisine her gün sorması ve bulduğu cevapları kendisine rehber edinerek “kendini inşa etme” yollarını bulmaya çalışmasıdır.
“Kendini inşa etme süreci”, hemen bitirilebilecek bir süreç değildir hatta bitebilecek bir süreç değildir, ömür boyu sürecek zorlu bir süreçtir. Ancak “kendini yeniden inşa etmeye karar vermek” de en az bu süreç kadar zordur! Çünkü hayatının uzunca bir kısmını belirli ezberlere göre yaşayan bu kişi, ilk önce kendisi rahatsız olur “gerçekten kendisi olmaktan”! Şimdiye kadar bir şekilde “toplum içerisinde kendisine yer bulan” bu kişi, bulunduğu konumu kaybetmekten korkacaktır. Belki de haklıdır çünkü yalnız kalmak herkesin kaldırabileceği bir yük değildir. Sonuçta toplum dediğimiz şey diğer insanlardan oluşur. Herkesin bir şekilde birbirine ihtiyacı vardır. Zaten kendisi olmaya karar veren kişinin yaşayacağı temel ikilem de budur. Bir taraftan toplumla birlikte yaşarken diğer taraftan onlardan “ayrışmaya çalışmak”!
Bu “ayrışma daha doğrusu farklılaşma süreci”nde kişinin ilk sorun yaşayacağı insanlar çoğunlukla yakın çevresi olur. Çocuklarını bir birey olarak değil de “kendilerinin bir uzantısı olarak gören”, çocuklarının yapmak istediği şeylere sürekli karşı çıkan, çocuklarının düşüncelerini ve duygularını sürekli değersizleştiren ve onlara “bir hiçmiş gibi hissettiren” bazı ebeveynler karşı çıkar ilk önce kendi çocuklarının “birey olma isteği”ne. Kendisini ve toplumu sorgulayan çocuklarına, bir taraftan “Yoldan çıkmış!” ve “Beyni yıkanmış!” gibi yakıştırmalar yaparken diğer taraftan da “O kadar derinlere inme!” ve “Bu düzeni sen değiştiremezsin!” gibi tavsiyelerde (!) bulunurlar. Bu kişi, gerçekten birey olmaya istekli olsa bile “çetin bir ikilemin” ortasında kalır. Çünkü bir tarafta kendisi diğer tarafta “onu dünyaya getirip büyüten ve bildikleri her şeyi ona öğreten” ailesi vardır!
“Çocuklarının birey olma ve kendisini ‘kendi istediği şekilde’ inşa etme isteği”; bu zihniyetteki ebeveynlerin, çocuklarını “itaatsiz, nankör ve asi” olarak nitelendirmesine neden olur. “Bunca yıl besle, büyüt, o kalksın bize nankörlük etsin!” yaklaşımı çocuğu derinden yaralar. Bu kişinin yakın çevresindeki diğer insanlar da ebeveynleri ile benzer zihniyetteyse, bu kişi toplumla iyiden iyiye bir çatışmaya girecektir! “Yapmak istemediği şeyleri kendisine yaptırmaya çalışan”, “söylemek istemediği şeyleri kendisine söyletmeye çalışan” kişilerle birlikteyse bu kişi, çatışma yaşaması kaçınılmazdır. Her “Ben bunu yapmak istemiyorum.” cümlesi; bu zihniyetteki kişilerin zihninde “kendini beğenmişlik”, “oyunbozanlık”, “kendini ağırdan satmak” ve “şımarıklık” olarak yankılanacaktır! Kişinin “bu zihniyetteki çevresi”, onun hakkında sürekli olumsuz şeyler söyleyerek “itibar suikasti” yapmaya başlayacaktır. Karşılarındaki kişinin “kendisini inşa etme süreci”, bu kişiler tarafından “onlara düşmanlık edilmesi” olarak yorumlanacaktır.
“Kendisi olmaya karar veren ve bu düşüncesinde kararlı olan bu kişi”, etrafındaki insanların kendisine gösterdiği bu davranışlara şahit oldukça kararlılığı daha da artacaktır! Gördüğü her davranışa dikkat kesilecektir. Sadece kendisini değil, toplumu da anlamaya başlayacaktır. Ona neden böyle davranıldığını da anlayacaktır. Kendisini anlamak ona haz vermeye başlayacaktır. Stefan Zweig, Olağanüstü Bir Gece adlı kitabında bu konuyu mükemmel bir şekilde özetliyor: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” Kendisi olmanın verdiği hazzı tatmış olanlar, bu dizelerde ne söylenmek istendiğini çok daha derin bir şekilde kavrayacaklardır!
“Kendisi olmanın” ne demek olduğunu kavrayamayan insanlar, karşılarındaki bu kişinin amacının ne olduğunu anlayamasalar da içten içe de sezerler aslında. Karşılarındaki “farklılaşma yolunda ilerleyen” bu kişi, toplum tarafından kendisinden oynaması istenen rolleri oynamaya devam ediyordur ama bu rolleri “farklı bir şekilde” oynuyordur. “Kendi oynamak istediği gibi” oynuyordur. Belki de bu insanları rahatsız eden nokta budur! Kendilerini rahatsız eden bu noktayı “farklılaşma yolundaki insana” nasıl ifade edeceklerini bilemezler ama sonunda içinde bulundukları duruma uygun bir söz bulurlar: “Ben senin ne olduğunu çözemedim!” Evet, doğru cümle bu. “Seni çözemedim.” Yani “Seni bir kalıba sokamadım.” Yani “Sen, ele avuca gelmiyorsun.” Yani “Sen, benim dünyaya bakış açımın dışına çıkıyorsun, bu da beni rahatsız ediyor.” “Seni bir sınıfa dahil etmeliyim.”
İnsanlar, her ne kadar bir kalıba sokulmaktan rahatsız olduklarını söyleseler de başka insanları kalıba sokma konusunda çok hevesli oluyorlar! Yeni tanıştıkları insanlara burçlarını, yaşlarını, mesleklerini, nereli olduklarını, gelir durumlarını, eğitim durumlarını soruyorlar. Bunları merak etmek elbette doğal. Asıl sıkıntılı olan, bu sorulara gelen cevaplara göre karşılarındaki kişiyi “genel bir kategoriye sokmak”tır! “Şu burçtansan seninle anlaşamayız.”, “Yaşlarımız uygun değil.”, “Bu bölümü okumak sana bir şey kazandırmaz.” ve “O memleketin insanından hayır gelmez.” gibi yakıştırmalarla insanları “tek tipleştirme girişimine” katkıda bulunmaktır asıl sıkıntılı olan! Karşısındaki kişiyi “daha derinden tanımak yerine” kendi kafasındaki genel kategorilere göre bir yere yerleştirip bu insanın “notunu vermek”tir sıkıntılı olan nokta! Bütün kadınlar aynı mıdır? Bütün erkekler aynı mıdır? 35 yaşındaki herkes aynı mıdır? Bütün anneler aynı mıdır? Bütün aslan burçları aynı mıdır? Bütün üniversite ya da ilkokul mezunları aynı mıdır?
İnsanların birçoğunda “herkesin hayatının gidişatı aynı olması gerekiyormuş gibi” bir algı var! Kendilerine söylendiğinde rahatsız oldukları ama başkalarına hiç çekinmeden söyledikleri bazı şeyler var: “Sen hayata geç kalmışsın.”, “Ne zaman çocuk yapacaksınız?”, “Daha evlenmeyecek misin?”, “Bıkmadın mı okumaktan?”, “Okudun da ne oldu? Bak bize, çoktan malımızı mülkümüzü edindik!”, “Senin yaşındakiler neler yapıyor? Bunlar ve bunlara benzer birçok söz duyduk şimdiye kadar, anlaşılan duymaya da devam edeceğiz!
Halbuki her insanın hayatının bir ritmi var. Hayatını yönlendiren farklı güdüleri var. Başkalarının dönüp bakmayacağı şeyler için canını verecek insanlar var. Farklı şeylere ilgili duyan insanlar var. Sevincini, öfkesini ve üzüntüsünü herkes gibi yaşamayan insanlar var. Çocuklarını toplumun istediği gibi değil de kendi istediği gibi yetiştiren insanlar var. Arkadaşlık kurma biçimi diğer insanlarınkinden çok farklı olan insanlar var. Modaya uymak yerine “kendi giyim tarzını kendisi oluşturan” insanlar var. Farklı spor dallarına, dizilere, filmlere ve kitaplara ilgi duyan insanlar var. “Herkesin kutladığı ya da kutlamak zorunda hissettiği” bazı “özel günleri” kutlamak istemeyen ve buna rağmen mutlu olan insanlar var. Kalıba sokamayacağımız insanlar var. Bütün bunlara bakmak yerine, herkesin “bizim gibi davranması gerektiğini” düşünmek yerine “bizim gerçekten ‘kendimiz olup olmadığımıza’ bakmak” ve “kendimiz olmamızı engelleyen şeylere odaklanmak” daha mantıklı olmaz mı?
İnsanlar anlam veremiyorlar. Kendileri ile aynı şeyleri yaşayan ama kendileri gibi mutsuz olmayan insanları anlayamıyorlar. Aynı şeyleri yaşayan herkesin aynı hissetmeyebileceğini anlamak istemiyorlar. Karşısındaki “Mutluyum.” diyor ama diğeri “Biliyorum, mutlu değilsin.” diyor! Başkasının mutlu olup olmadığının onayı bile kendisine bağlı olsun istiyor. Çoğunluk, bir “patron ya da bir siyasetçi edasıyla” başkalarının hayatına karışarak hayatını sürdürüyor!
“Gerçek patronlara baktığınızda” farklı şeyler görüyorsunuz. Patronlar, en başta size şartlarını sıralıyorlar zaten. Her patron aynı değil elbette ama insanları “tek bir kalıba sokmaya çalışan” bazı patronlar oldukça birbirine benzer! Nasıl ki okullarda bizi belli açılardan sınıflandırıp başarılı olup olmamamıza göre “değerimizi” belirliyorlar, iş yerlerinde de benzer bir durum var hepimizin bildiği gibi. Beklentiler neler? İşçinin “başka şeylerle ilgilenmeden sadece kendi işine bakması”, zam istememesi, “Bu iş yerinin bir düzeni var, lütfen düzeni bozacak davranışlardan kaçınalım!” anlayışına uygun hareket etmesi… “Kendisi olma yolunda ilerleyen kişi” böyle bir ortama girince neler olur? Bir şeyleri kendi tarzına göre yapan insanların uğradığı akıbete uğrar! Halbuki kurallar bellidir, işin nasıl yapılağı bellidir, icat çıkarmaya gerek yoktur! Var olan düzene en ufak bir itiraz bile hedef olmanıza yeter! Sadece patronların değil, aynı zamanda iş arkadaşlarınızın da hedefi olursunuz! “Dikkat çeken”, “diğerlerinden farklı olan” ve “kendine ait bir tarzı olan” insanlar, en başta etrafında bulunan kişiler tarafından hedef tahtasına oturtulur.
Patronların istediği, işin sorunsuz yürümesidir. Çoğunlukla kimse, sizin kim olduğunuzla ilgilenmez; işi zamanında ve eksiksiz yapıp yapamadığınıza bakar. Sizin farklı yeteneklerinizin ve dünya görüşünüzün olması, onları sadece “bu özellikleriniz onların işine yaradığı zaman” ilgilendirir. Bir taraftan “yaratıcı zihinler” isterler diğer taraftan da “Herkesten farklı olsun ama benim kontrolümden çıkacak kadar da farklı olmasın.” diye düşünürler. Bu anlayış, bence çoğu insanda var. Meselâ “herkesten farklı olan yani kendine ait bir tarzı olan” bir karşı cinsle tanışan bir kişinin çok hoşuna gider bu durum. “Herkesten farklı ama o beni seçti.” düşüncesi onu çok heyecanlandırır. Ama bir taraftan da içten içe korkar “Ya onu kaybedersem, ya benim kontrolümden çıkarsa!” diye. Onu kontrol edebilmek için “bir kalıba sokmaya” mecbur hisseder kendini. Sevdiği kişiyi “sevdiği kişi yapan özellikleri” artık onu rahatsız etmeye başlar. Sevdiği kişiyi “tek tipleştirebildiği oranda” ondan soğumaya başlar! Çünkü “farklı olan bu kişi”, karşısındaki kişiye de “kendisini diğer insanlardan farklıymış gibi” hissettiriyordu belki de! “Kendisi sıradan olan kişi”, farklı olan kişiyi diğerlerine benzettikçe kendi değerinin de düştüğünü hissediyordu! “Kendisi olmayı başaran kişinin” seviyesine çıkmak yerine onu kendi seviyesine çekince kendisinin toplumdaki diğer insanlardan farklı olduğunu hissedememeye başladı! Halbuki zaten farklı değildi, sadece “diğer insanın ışığını kendi ışığı zannetme” yanılgısına düşmüştü! Bu da “başkalarının uzantısı olarak yaşamaya alışmış” insanların tipik özelliğidir zaten.
“İnsanın kendisi olma yolculuğu”, çok sancılı bir süreçtir. Anlattıklarımdan çok daha fazla mücadeleyi, dışlanma riskini, engellenmeyi, tuzakları ve çok daha fazlasını içerir. Peki ama biz ne zaman kendimiz olacağız? Doğumumuzdan ölümümüze kadar sürekli olarak kurallarla çevrili bir hayatımız oluyor. Evlât, öğrenci, işçi, eş, ebeveyn ve bunlara benzer birçok farklı rol var oynamamız gereken. Neden sürekli dışlanma tehlikesiyle yaşayalım ki? Bizi olduğumuz gibi kabul edecek insanlar yok mu? “Kendimiz olmaktan kastım”; aslında “olduğumuz gibi olmak”, “bizi böyle kabul etmeleri”, “aşağılamamaları”, “dışlamamaları”, “ötekileştirmemeleri”… Benim amacım, “Farklı olanlar daha değerlidir, diğerleri değersizdir.” demek değil ki! Benim amacım, “Herkes belirlenen kurallara bir robot gibi ‘harfiyen uyduğu için’ değerli sayılacaksa, kişinin ‘biricikliği önemsiz sayılacaksa’ bizim kendimiz olmamızın ne gibi bir yararı olacak?” düşüncesini ileri sürmektir! Benim diğerlerinden farklı olan yönlerim “kitle içerisinde eriyip gidecekse”, “toplum için sorun olarak görülecekse” ve kimseye zarar vermememe rağmen “toplumdan uzaklaştırılması gereken biri” olarak görüleceksem ben kendimi nasıl değerli hissedeceğim? En mahrem ilişkilerimizde bile genel kurallara göre yani herkes gibi davranacaksak “bizim biz olma özelliğimiz”in ne önemi kalacak? Zaten insanlar da kendileri gbi oldukları zaman kabul edilmedikleri için “Kendim gibi olacağım da ne olacak, ben de herkes gibi olacağım!” demiyor mu! Aslında tek tipleşme, herkesin aynı olması değil; farklı olanların “kendi istedikleri gibi oldukları için kendilerini mutlu hissetme haklarının” toplum tarafından gasbedilmeye çalışılmasıdır! Tek tipleşme, farklı olanların tehdit olarak görülmesidir.
Bütün bunların yanında, “kendisini yeniden inşa eden ve istediği şekilde yaşamaya çalışan” insanları destekleyen insanlar da var. Kişinin “kendisini inşa etme yolculuğuna saygı duyan” aileler de var. Günümüzde en büyük mücadelelerden biri, “kendi benliğini koruma” konusunda veriliyor! Aslında herkesin birbirini bu konuda desteklemesi gerekirken, sanki herkes birbirine benzemek ve “bir grubun içerisinde erimek için can atar” gibi davranıyor. Peki ama bu nasıl oluyor? Nasıl oluyor da “tek tipleşme tekdüzeleşiyor”? Neden bazıları “kendisini inşa etme yolunu” seçerken diğerleri “kim olduğuna karar vermek için başkalarının sözlerine bağımlı hale geliyor”? Bunları da üçüncü yazıda konuşalım…
*** Bu konularla ilgili kaynak arayışında olanlar aşağıdaki eserlere göz atabilirler:
* Sahip olmak ya da olmak – Erich Fromm
* İtaatsizlik üzerine – Erich Fromm
* Özgürlükten kaçış – Erich Fromm
* İnsan olmak – Engin Geçtan
* İnsanı tanıma sanatı – Alfred Adler
* Kitle psikolojisi – Sigmund Freud
* Günlük yaşamda benliğin sunumu – Erving Goffman
* Dinle küçük adam- Wilhelm Reich
* Az seçilen yol – Dr. M. Scott Peck
**Fotoğrafın kaynağı: https://liberfe.org/2021/07/13/bireyselcilik-nedir/