Hakikat ve iktidar. Bu iki kelimeyi hangi anlamda kullandığımı ilk iki yazımda sizlere açıklamıştım. Şimdi, kendimiz ve başkaları üzerinde iktidar kurmaya çalışırken hangi hakikatleri kimlerin nasıl kullandığından bahsedeceğim.
Hakikati ararken hangi kaynaklara başvururuz? Hayatlarımızı yönetmeye çalışırken ‘hakikat’ dediğimiz şeyler hayatımızı nasıl belirler? Hakikate ‘hakikat’ diyebilme ‘iktidarı’ kimlerin elindedir? “Hakikatin iktidarı“ nasıl işler? Hayata gözlerimizi açtığımız ilk andan gözlerimizi yumduğumuz son ana kadar sürekli olarak etrafımızdaki insanlarla iletişim halinde oluruz. Etrafımızdaki herkes, hayatımızı yaşama noktasında belirli hakikatler olduğunu bize hatırlatır. Elbette biz de aynı şekilde davranırız. Ancak, herkesin bize hatırlattığı hakikatleri hakikat olarak kabul etmeyiz.
Kabul etmemiz için karşımızdaki kişilerin üzerimizde belirli bir “otoritesinin“ olması gerekir. Otorite demek, hayatlarımızı belirleyen hakikatlere hakikat diyebilme yetkisine sahip olmak demektir. İktidar, insanların davranışlarını yönlendirebilme gücüdür. Otorite ise bunu yapma hakkıdır, yetkisidir. İki tip otorite vardır. Birincisi, kişisel otoritedir. Kişisel otoriteden kastım; hayatımızı yönlendirmeye çalışırken bize bazı hakikatleri hatırlatan, davranışlarımızı yönlendirmeye çalışan yakın çevremizdir. Bunlara önrek olarak babamız, annemiz, arkadaşlarımız, eşimiz verilebilir. Bu gibi kişiler hayatımızı yönetme yetkisini herhangi bir ‘kurumdan’ almazlar. Biz onlara bu ‘otoriteyi’ yani yetkiyi veririz ya da onlar ‘kendiliğinden’ bu otoriteyi kazanırlar. Örneğin, anne ve babamız üzerimizdeki otorilerini ‘kendiliğinden’ kazanırlar. Yakın çevremizin hakikat dediği şeyleri bazen bilerek ve isteyerek, bazen istemeyerek kabul edebiliriz. Bazen de reddedebiliriz. Onlarla aramızda güven bağı olduğunu düşündüğümüz için, bizim kötülüğümüzü istemeyeceklerini düşündüğümüz için otoritelerini kabul edebiliriz. Arkadaş çevremiz söz konusu olduğunda ise, gruptan dışlanmamak için onların otoritesini kabul edebiliriz.A
ncak, asıl sorun birilerinin üzerimizdeki otoritesini reddettiğimiz zaman ortaya çıkar. Taraflar arasında çatışmalar başlar. İkinci otorite türü ise görev otoritesidir. Bunlar, bizim üzerimizde iktidara sahip olma ‘otoritesini’ bulundukları konumdan, görevden dolayı kazanırlar. Öğretmenler, doktorlar, devlet yöneticileri, polis hatta berber bile. Davranışlarımızı yönlendirebilme ‘iktidarına’ sahip olmalarının sebebi yaptıkları görevdir. Bu otoriteyi genellikle kabul etmek zorunda kalırız. Belirli kurumlarda yetkili olan kişiler bizim üzerimizde iktidar kurabilir. Normal şartlarda, sokakta yürürken tanımadığınız birisinin üstünüzü aramasına izin vermezsiniz; ama polis bunu yapmak isterse ona izin vermek zorunda kalırsınız.
Normalde, herkesin yediklerinize karışmasına izin vermezsiniz; ama doktorun karışmasına izin vermek zorunda kalırsınız. Normalde, birisinin sizin oturuşunuza karışmasına izin vermek istemezsiniz; ancak öğretmeniniz buna rahatlıkla karışabilir. Aynı şekilde berberiniz de karışabilir, tabiki belirli bir zaman zarfı için. Belki berber örneği size abartılı gelebilir. Ancak, iktidar nasıl hayatın her yerindeyse; otorite de her yerdedir. İktidar otoritenin sonucudur. Bütün bu söylediklerime bakarak otoritenin kötü ve olumsuz bir şey olduğunu düşündüğümü sanmayın. Her yerde olan iktidarın işlemesinin temel şartı, birilerininin diğerleri üzerinde iktidar kurmasının temel şartı, belirli kişilerin hakikatleri yönlendirebilme ‘otoritesi’ne sahip olabilmesidir. Burada önemli olan, geçen yazımda bahsettiğim gibi, otoritenin kullanılma tarzıdır. Baskı mı, hoşgörü ve uzlaşma mı? Hakikati ararken sağduyuya da başvururuz. Sağduyu demek, doğruyla yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama yetisidir. Doğru ve yanlışı ayırmak için de, ilk yazımda değindiğim gibi aklımıza, deneyimlerimize ve hislerimize başvururuz. Aynı şekilde ‘başkalarının sağduyusuna’ da başvururuz.
Bazen isteyerek, bazen istemeyerek başvurabiliriz. Bazen de reddedebiliriz. Bize mantıklı gelen şeyler insanların geneline de mantıklı geliyorsa düşüncemizin doğru olduğunu düşünürüz. Bazen de bir konu hakkında yeterli bilgimiz yoksa, sağduyulu bir şekilde mantığımızı işletemiyorsak başkalarının sağduyusuna başvururuz. Hakikati ararken geleneklere de başvururuz. Gelenek, geçmişin otoritesidir. Gelenek, geçmişteki insanların sağduyusuna başvurmaktır. Bazı insanlar, bir şeyin geçmişte işe yaradığı ya da doğru sayıldığı için günümüzde de doğru olduğunu savunurlar. Çünkü, başkaları onların yerine düşünmüştür. Bu sebeple, kendilerinin ‘düşünmelerine gerek yokmuş gibi’ davranırlar. Medya da hakikati arama yolculuğumuzda uğradığımız başka bir duraktır. Medyanın insanlara hakikat diye sunduğu bilgiler karmaşık süreçlerden geçerek üretilir. Çok farklı iktidar odaklarının çıkar çatışmalarının içerisinden çıkar bilgiler. Bizim bunlara uymamız veya reddetmemiz de ‘karmaşık süreçlere’ bağlıdır. Peki ama, hakikat arayışımızda başvurduğumuz bu kaynakların hakikat dediği şeylerin üzerimizde iktidara sahip olmasına neden izin veriyoruz ya da vermiyoruz ? Bunun ilk sebebi, üzerimizde iktidar kurmak isteyenler ile ‘amaçlarımızın’ uyuştuğunu düşündüğümüz için buna izin vermemiz; ya da uyuşmadığını düşündüğümüz için reddetmemiz olabilir. Hakikat dediğimiz şeylerin hayatımızı belirlemesine, ‘sonuçları’ bizim için ‘fayda’ getirdiğinden dolayı izin verebiliriz. Fayda getirmiyorsa reddedebiliriz.
Aynı şekilde hakikat söyleminde bulunan kişilerin ‘niyetlerinin’ iyi olduğuna kanaat getirdiğimiz için kabul edebiliriz; kötü olduğuna kanaat getirdiysek reddebiliriz. Reddetsek bile, ‘uymak’ zorunda da kalabiliriz. Bir diğer sebep, kendimizle ‘aynı gruptan’ olduğumuzu düşündüğümüz kişilerin hakikatlerimize karar vermesine izin vermemiz olabilir. ‘Farklı gruptan’ olduğunu düşündüklerimizin hakikat söylemini reddedebiliriz. Bir diğer sebep, hakikat söyleminde bulunanların ‘kullandıkları araçların’ üzerimizdeki etkisi olabilir. Bir diğer sebep, ‘kurumsallaşma’ biçimlerinin etkisi olabilir. Örneğin; askeri kurumlarda belirli hakikatler vardır ve bu kurumun içinde bulunanlar oranın hakikatlerine uymak ‘zorunda’ kalırlar. Bu durum, genellikle, toplumdaki bütün kurumsallaşma biçimlerinde benzerlik gösterir. O kurumun hakikatlerine bağlılık göstermediğinizde genellikle ‘dışlanırsınız’. Bu yazımla birlikte ‘hakikat’ ve ‘iktidar’ başlıklı yazılarım sona eriyor. Bu ‘üçleme’ ile sizlerin zihninde bu konularla ilgili belirli bir çerçeve çizmeye çalıştım. Peki, hakikat arayışımız burada son mu buluyor ? Elbette hayır. Daha yeni başlıyoruz ! *Bu yazıyı yazarken, W. Lawrence Neuman’ın “Toplumsal Araştırma Yöntemleri“ ve Michel Foucault’nun “Özne ve İktidar“ adlı eserlerinden yararlandım.